Gelin masallarla soralım Yunus’un kim olduğunu. Masallara göre Yunus bir Orta Anadolu köylüsüymüş. Taştan topraktan ekmeğini çıkaran, yağmur yağmayınca aç kalan bir Anadolu köylüsü. Bu köylü Yunus günün birinde tohumsuz kalır. Tohumsuz kalan Yunus Emre eşeğine dağdan alıç, yani yabani elma, acı yalnızlıkların en tatlı dostu olan meyveyi yükler, buna karşılık biraz tohumluk buğday aramaya çıkar. Durduğu başlıca yerlerden biri de Hacı Bektaş Tekkesi’dir. Yunus tekkeden alıçlarına karşılık buğday istiyor. Hacı Bektaş sorduruyor kendisine: Buğday yerine nefes verse olmaz mı diye. Yunus ille de buğday istiyor. Hacı Bektaş her alıca bir nefes verelim diyor. Olmaz diyor Yunus. Her çekirdek başına on nefese kadar çıkıyor Hacı Bektaş. Yunus buğday diye dayatıyor. Bunun üzerine Hacı Bektaş fakir Yunus’a götürebileceği kadar buğday veriyor. Sevine sevine toprağına dönerken yolda bir düşüncedir alıyor Yunus’u. Herhalde diyor ki kendi kendine: Bu insan bir büyük insan olmasa nefesini istemediğime kızar, bu kadar cömertçe buğday vermezdi bana. Bir çuval buğday böyle bir insandan daha mı değerli benim için? Anlıyor çiylik ettiğini, dönüyor geriye. Alın buğdayı geri, ben nefes istiyorum diyor. Ama Hacı Bektaş onu Taptuk Emre’nin tekkesine yolluyor, senin kilidi ona verdik diyor…
Yunus’un kendi sesinden dinleyelim:
Taptuğun tapusunda
Kul olduk kapısında
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülillah.
Vardığımız illere
Şol safa gönüllere
Baba Taptuk manisin
Saçtuk elhamdülillah.
İlk Bektaşi tekkeleri bir işkolu, köy enstitüsü gibidir. Herkes bir iş görür orada. Kimi toprakta, kimi işlikte çalışır, kimi duvar örer, kimi aş pişirir. Yunus’a da odun taşıma işini vermişler. Kırk yıl sırtında odun taşımış Yunus tekkenin ocağına. Hem ahlaya puflaya değil, özene bezene. Her getirdiği odun dümdüzmüş. Neden diye sorun birine: Bu tekkeye odunun bile eğrisi giremez, demiş Yunus…
Uzun süre tekkeye hizmet etmiş, sonunda bıkmış ve kaçmış. Yolda erenlerden yedi kişiye rastlamış, yoldaş olmuş onlarla. Her akşam erenlerden biri içinden geçirdiği bir insan adına Tanrı’ya dua ediyor ve hemen bir sofra geliyormuş ortaya. Sıra Yunus’a geldiği akşam o da dua etmiş. Yarabbi, demiş, bunlar hangi kulun adına ettilerse ben de onun adına yalvarıyorum sana, utandırma beni. O akşam iki sofra birden gelmiş. Erenler şaşırıp kimin adına dua ettiğini soruyorlar Yunus’a. O da siz söyleyin önce, diyor. Erenler Taptuk’un dervişlerinden Yunus diye biri var, onun adına, diyorlar. Yunus bunu duyar duymaz hiçbir şey söylemeden tekkeye dönüyor ve anabacıya, şehrin karısına sığınıyor. Anabacı diyor ki Yunus’a: Yarın sabah tekkenin eşiğine yat. Taptuk aptes almak için dışarı çıkarken ayağı sana takılır. Gözleri iyi görmediği için bana: Kim bu eşikte yatan, diye sorar. Yunus derim ben de. Hangi Yunus derse çekil git, başka bir tekke ara kendine, başının çaresine bak. Ama bizim Yunus mu, derse anla ki gönlünden çıkarmamış, hala seviyor seni. O zaman kapan ayaklarına, bağışla suçumu de ona. Yunus anabacının dediğini yapmış, kapının eşiğine yatmış ertesi sabah. Taptuk: Kim bu adam, diye sorunca, Yunus diyor anabacı. Bizim Yunus mu, diyor Taptuk. Yunus ağlamış olmalı o zaman sevincinden.
Bir masal ki, insan arasındaki bağlılığı, ayrılıp kavuşmanın tadını bu kadar güzel anlatabilir. Yalnız Yunus’la Taptuk arasında değil, bütün Anadolu’nun tekkelerinde kimi zaman iyiden, kimi zaman kötüden yana giden insan yürekleri arasındaki bağlılığı görüyoruz bu masalda. Gözleri görmez olmuş bir insanın, en güvendiği dostun, kendisini bırakıp gitmiş olduğu bir insanın bir sabah “Bizim Yunus mu?” derken duyabileceği ve bağışlanmaya can atan bir suçluya duyurabileceği sevinci düşünün. İnsanlık dediğimiz işte bu “bizim” sözünün içindedir. Bir ülküye canlarını koyanların hepsinin yaşadıkları bir insanlık dramıdır bu: inancımızı paylaşmaz olmuş bir dostun yeniden yanımıza dönmesi ve dönen dostun kapı dışarı edilmemesinden duyduğu sevinç. Bugün bile dünyamızın her yerinde, her partisinde yaşanıyor olmalı bu dram.