Hemen hemen her şeyin kullanılış tekniğine göre fayda ya da zarar sağladığı bir dönem içerisindeyiz. Yin ve Yang’da olduğu gibi, iyinin ve kötünün birbirine muhtaç olduğu bir boyutta, fayda ve zararın da birbirlerinden ayrılamaz olduğunu anlamak kolaylaşır.
Bush ve Saddam nasıl ki savaştan önce beraber yemek bile yiyebiliyorlardı,
Nasıl ki gözümüzün önündeki, Ortadoğu ülkelerindeki yöneticiler bir zamanlar emperyalizmin kankalarıydı,
Nasıl ki bir çalışan bir süre sonra kendi çalıştığı kurumda karlılık uğruna harcanabiliyor ise,
Ve nasıl ki ortaklıklar* bile bitebiliyor ise,
O zaman, insanın iç sorgulama yapmadan, egosal çıkarlarını sadece kendi menfaatleri için kullanması, yukarıdaki döngüde tetikleyici olmuyor mu?
İnsan her döngüde aynı soru ile karşılaşıp, farkında olarak ya da olmayarak menfaatlerinin peşinden gittiği için kısırdöngüde takılmış gözüküyor.
Her gün, her saat, bazen her dakika bu kavşaklardan geçiyoruz. Günümüzün metropolitan yaşantısında, bir sürü hayat hengamesinin var olduğu bir ortamda, bir birey her anının ne kadar farkında olabiliyor? Aldığı kararları hangi süzgeçten geçiriyor? Yapay, suni kaosun hayatımızın her noktasına entegre edildiği bir ortamda ne kadar merkezimizde durabiliriz? İmkansız mı? Yoksa illa ki uzun felsefi, dini, spiritüel dersler mi almak gerekir? Ya da yaşam koçu şart mı?
Tabi ki hiçbirisi şart değil. Kişinin ilgisi doğrultusunda, bu alanları seçerse faydalanabilir belki. Fakat merkezimizi bulabilmemiz için dikkatimizi alacağımız kararlara çevirmemizin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Kararların, temel olarak kimi ve neyi, ne pahasına etkileyeceğini düşünmemizin çok önem taşıdığına inanıyorum.
Mesela;
Günlük hayatımızda kararlar alırken, bu kararların evimizin, ev içindeki ailevi yaşantımızın geleceğini nasıl etkilediğini düşünürüz. Ailemizin mutlu olması için her türlü fedakarlığı göze bile alabiliriz (bazen).
Peki, bu kararların dünyayı, dünya üzerinde yaşayan bireyleri nasıl etkilediğini düşünür müyüz? Yoksa “sistem böyle gelişmiş, ben dahasına karışmam, ben mi kurtaracağım dünyayı, o yazıyı yazan adam kurtarsın” mı deriz?
Bu güne kadar sahiplendiğimiz normların, değerlerin, kültürün hatta belki de inançlarımızın (sadece dini olması gerekmiyor), bu dünyanın sorunlarını ne derece çözebildiğini bir düşünmeliyiz. Çünkü modern toplumda, bizi biz yapan bu değerlerimiz.
Yazının başında da dediğim gibi, kutuplu bir realite yaşıyoruz. Bu sayede hür irademiz var. Kutuplar olmasaydı seçimler de olamazdı. Dolayısıyla hür irade de olamazdı. Fakat bugün insanların iradesi, Hollywood filmleriyle, evlilik programlarıyla, endoktrinasyonla, televizyon kutusu ile köle edilmiş durumda. Hür iradeden bahsetmek çok zor. Hemen hemen yenilikçi ve yaratıcı fikirlerin tümünün ezildiği; sorgulama yapmayan, tekrarlayıcı, lineer düşüncelerin değer kazandığı bir dünya sisteminde gökkuşağı renklerinin bile tekrardan griye boyanmasını yadırgamamak gerekir. Belli ki bazı insanlar çıkarları uğruna renklere bakmaya bile tahammül edemiyorlar. Onların jenerasyonu artık son jenerasyon. Yeni jenerasyonda da gelişime kapalı gençler yok değil, fakat genç nüfus içinde bunların yeri o kadar az ki, mevcut gri kafalı jenerasyonun gücünün azalmasıyla hızlanan değişim de ivme kazanacaktır. Kendi güçlerinin emperyalizm ve kuklaları tarafından sömürülmesine seyirci kalanlar da, zamanı geldiğinde batan gemiden kurtulamayabilirler. Bu onların seçimi olacak.
Bu süreç içerisinde, değişime açık olanlar, akıcı zekaları (fluid intelligence) güçlü olanlar, hem kendi hayatlarında hem de çevrelerindeki bu değişime yön vereceklerdir. Çünkü maskeler düştükçe, önümüze sunulacak kuklaların da bir geçerliliği ve değeri kalmayacaktır. İnsiyatifin bireye, insana geçmesi tamamen kişisel bir karar meselesidir. Yeter ki, zaten içimizde var olan bu gücü artık akıllı kullanmaya, dünya için, özgür ve bağımsız düşünebilen yeni neslin geleceği için kullanmaya başlayalım.