Puget Sound’un Kızılderililerinden olan Şef Oturanboğa, “her yerin, her insanın, yeryüzünün her parçasının” kutsal olduğunu söyler. 19. Yüzyılın ortalarında yazdığı yazısında şunları anlatmaktadır: “Bizler Yeryüzünün parçasıyız ve Yeryüzü bizim parçamızdır. Mis kokulu çiçekler bizlerin kız kardeşleridir. Geyikler, iri kartallar ve atlar erkek kardeşlerimizdir. Yüksek kayalar, nehirdeki dalgaların köpüklü dorukları, kır çiçeklerinin bitki özleri, tayların vücut ısısı – ve tüm insanlar – aynı aileye mensuptur.”
Yerli insana göre her şey canlıdır ve hayvanlarla, ağaçlarla, hatta taşlarla konuşmak mümkündür. Jung’un “anlamlı bağlantı” ya da “nedensiz ilişkilendirme ilkesi” teorik bir düşünceden çok yaşanan bir tecrübeye dönüşür. Gerçekte bu tür pek çok insan, evrenle olan ilişkisinin ayrıntılı, derin ve bence Jung’un yaklaşımının dahi ötesine giden bir açıklamasına sahip bulunmaktadır. Ne var ki akılcı doğa anlayışına sahip çoğumuz için cansız maddeyle iletişim kurmak, bütünüyle ihtimal dışı ve sözü dahi edilemez görünmektedir. Bizim anlayışımıza göre iletişim, her zaman bir madde ya da enerjiyi içeren bir işaretin bir yerden başka bir yere geçtiği bir çeşit etkileşimdir. O halde bir taş nasıl konuşabilir ya da bir ağaç nasıl işitebilir?
Ama başka varoluş biçimlerinin varlığından – iletişimin paylaşım olduğu, doğrudan ve dolaysız bir varolma biçiminin mevcudiyetinden – söz edilemez mi? Kuzey Amerika ormanının ve arazisinin sakinleri bunu skanagoah diye adlandırır ve o doğadaki denge ve birliğin heyecan verici bilincidir. Arada bir mesafe olmayınca kayalar ve ağaçlarla konuşmak onların iç seslerini duymak mümkün olur, aslında o zaman tüm varlıkların gerçekliğini deneyimlemek olası hale gelir. Yaşlı bir yerli der ki, “Doğayı anlamak zorundayız. Bu nedenle onunla konuşmamız gerekiyor. Ona ibadet etmeyiz. Onunla konuşuruz, çünkü o da bizimle aynı havayı solumaktadır. Burada onunla birlikte yaşıyoruz. Bizler de bitkisel yaşamın bir parçasıyız. Sürekli büyüyoruz. Güçlü köklere sahip olmak zorundayız.”
Kuzey Amerika kıtası Avrupa’dan gelen ilk yerleşimcilere kapılarını ardına kadar açmıştır. Buna karşın Şef Oturanboğa’nın 19. yüzyılın ortalarında yazdıklarına bakılacak olursa, Beyaz Adamın doğadan ve onun içindekilerden ayrıklığı apaçık ortadaydı: “Ona göre toprağın bir parçasının bir başka parçasından pek farkı yoktur… Yeryüzü onun dostu değil düşmanıdır ve onu fethettiğinde daha da ileriye gider… Açlığı Yeryüzünü yiyip bitirir ve geriye sadece çıplak bir çöl bırakır.”
Toplumun hakim ayrılık ve yabancılaşma duygusuna karşın, erken dönemlerdeki bütünlük duyusunu tekrar elde edebileceğimize inanıyorum. Aslında yeterince geriye gittiğimiz zaman, hepimizin bir bakıma yerli olduğunu ve çocukluğumuzun benzeri bir duyarlılıkla dolu olduğunu görürüz.