— Sen hiç savaşa gittin mi, Zorba? O, büzülerek karşılık verdi:
— Ne bileyim ben? Hatırlamıyorum. Hangi savaşa?
— Vatan için yapılan savaş, demek istiyorum işte!
— Sana bırak o lâfları demedim mi ben? Geçmiş saçmalar, unutulmuş saçmalardır!
— Bunlara saçma mı diyorsun, Zorba? Utanmıyor musun? Vatan için böyle mi konuşursun sen?
Zorba boynunu uzatıp bana baktı. Ben de yatağa, uzanmıştım, tepemde kandil yanıyordu; uzun uzun bana baktı; bıyıklarını avuçladı, sonra da,
— Çiğ şey, dedi… Öğretmen eti, öğretmen beyni… Bağışla ama, patron, sana ne söylersem havaya gidiyor!
Ben karşı koydum:
— Ama neden? Ha, anlıyorum Zorba, yemin ederim ki anlıyorum!
— Evet, beyninde anlıyorsun. Diyorsun ki: Doğru, yanlış, böyledir, böyle değildir, haklıdır, haklı değildir. Ama bundan ne çıkar? Konuştuğun zaman ben, senin kollarına, ayaklarına, göğüslerine bakıyorum; onların hepsi de dilsiz duruyor; bir şey söylemiyorlar. Kanları yokmuş gibi… Öyleyse, nasıl anlayabilirsin? Kafadan mı? Püff.
Onu kışkırtmak için bağırdım:
— Söyle be Zorba, evirip çevirme! Bana öyle geliyor ki, vatan senin pek umurunda değil, namussuz!
Zorba kızdı, yumruğunu duvara vurdu ve tenekeler gibi gümbürdedi:
— Şu gördüğün ben!., diye bağırdı. Bana söyleme bunları… Ben Ayasofya’yı saçımla örmüş, boynuma asmış, tam göğsümün üstünde muska gibi taşımışım… Evet, şu koca ellerle ve o zaman karga gibi simsiyah olan şu saçlarımla örmüştüm. Şu gördüğün ben, Pavlos Melas ile birlikte, Makedonya kayalıklarında dolaşıyordum; leventtim, boyum, nah şuraya kadardı, dev gibiydim; çaprazlarımla, tozluklarım, muskalarım, zincirlerim, fişeklerim, tabancalarımla! Sırf demir, gümüş ve çivi idim ve yürüdüğüm zaman, bir süvari geçiyormuş gibi gürültü çıkarırdım. Nah, buraya; buraya bak! Buraya bak…Buraya bak!..Gömleğini açtı, pantolonunu çıkardı, sonra şöyle buyurdu -.
— Getir kandili buraya!
Kandille yaklaştım; porsumuş zayıf vücudu aydınlandı; derin yaralarla, kurşun delikleriyle dolu vücudu kalbur gibiydi.
— Şimdi buraya da bak! Döndürüp sırtını gösterdi:
— Görüyorsun, arkamda bir yara bile yok… Anladın mı?
Al şimdi kandili öteye! Pantolonuyla gömleğini giydi ve yatağına oturdu. Kızgın bir halde bağırdı:
— Saçma ha!?. Ayıp! İnsan ne zaman insan olacak be? Pantolonlar, kolalı yakalar, şapkalar giyiyoruz ama, hâlâ katırız, kurduz, tilkiyiz, domuzuz. Bizde Tanrı’nın sureti varmış! Kimde? Bizde mi? Tuh suratımıza! Zorba’nın kafasında korkunç anılar canlanıyor, durmadan da kızıyordu. Çürümüş, sallanan dişlerinin arasından anlaşılmayan sözler çıkmaktaydı. Kalktı, sürahiyi yakalayıp içti, içti, serinledi. Kendine gelince,
— Nereme dokunsan inlerim, dedi. Yaralarla doluyum. Bana ne diye oturmuş kadınlardan dem vuruyorsun? Ben, sahici erkek olduğumu anlayınca, dönüp onlara bakmıyordum bile. Dönsem de, şöyle horoz gibi zıplayarak bir an onlara dokunur kaçardım. «Kokmuş sansarlar,» derdim, «kokmuş papaz karıları, gücümü yutmak istiyorlar, tuh yokolasıcalar!» Sonunda tüfeğimi alıp yola koyuldum! İsyanlara katıldım, komitacı oldum. Birgün akşam üzeri, bir Bulgar köyüne daldım, bir ahırda saklandım. Bu vahşi, kan içici bir komitacı olan Bulgar papazının eviydi. Geceleyin cübbesini çıkarır, çoban elbisesi giyer, silâhlanır ve Yunan köylerinin yolunu tutardı; gün doğarken geri döner üstündeki çamurla kanları yıkar, dinsel törene girerdi. O günlerde Yunanlı bir öğretmeni yatağında uyurken öldürmüştü. İşte ben, papazın ahırına girip beklemeye başladım. İki öküzün arkasında uzanıp başımı gübrenin üstüne koydum, bekledim. Derken, gece olacağı sırada papaz, hayvanlarını yedirmek için içeri girdi; üstüne atılıp koyun gibi boğazladım. Kulaklarını kesip aldım; yani, Bulgar kulağı kolleksiyonu yapıyordum; neyse, papazın kulaklarını alıp kaçtım işte… Birkaç gün sonra, öğle üzeri, aynı köye sözde seyyar satıcıymışım gibi girdim; silâhlarımı köyde bırakmış, bizim çocuklar için ekmek, tuz, çarık almak üzere köye girmiştim. Bir ara, evin birinin önünde, elele tutuşmuş dilenen, siyahlar giymiş çıplak ayaklı beş çocuk gördüm. Üçü kız, ikisi oğlandı; en büyükleri on yaşında olmalıydı; en küçüğü ise, bebekti daha; büyük kız onu kucağında tutuyor, ağlamasın diye okşuyordu. Neden bilmiyorum ama, Tanrı’nın kışkırtması olacak, çocuklara yaklaşacağım tuttu. Bulgarca sordum: ‘Kimsiniz siz be çocuklar?’ En büyükleri olan erkek çocuğu, küçük başını kaldırdı: «Geçende ahırda kesilen papazın çocuklarıyız!» dedi. Gözlerim karardı, toprak değirmentaşı gibi yuvarlandı, yeryüzünün dönmesi durdu. «Yaklaşın be çocuklar!» dedim, «gelin yanıma!..» Türk liraları ve mecidiyelerle dolu kesemi kuşağımdan çıkardım, diz çökerek yere boşalttım: «Nah, alın!» diye bağırdım. «Alın, alın!» Çocuklar yere yumuldular; mecit ve liraları küçük elleriyle topluyorlardı. Ben bağırıyordum: «Sizin bunlar, sizin! Alın onları!» Eşya ile dolu selemi de bıraktım: «Hepsi sizin, alın!» Ve hemen tabana kuvvet, köyden çıktım, gömleğimi açtım, örmüş olduğum Aya Sofya’yı çıkarıp yırttım, attım ve koştum, koştum… Hâlâ da koşuyorum! Zorba duvara dayandı, dönüp bana baktı:
— Böyle kurtuldum! dedi.
— Vatandan mı kurtuldun?
Zorba sakin ve kararlı bir sesle karşılık verdi:
— Evet, vatandan! Biraz sonra da:
— Vatandan kurtuldum, dedi, papazlardan kurtuldum, paradan kurtuldum; silkiniyorum. Silkindikçe de hafifliyorum. Nasıl söyleyim sana? Kurtuluyor,insan oluyorum. Zorba’nın gözleri parlıyor, kocaman ağzı mutlu bir halde gülüyordu. Kısa bir sessizlikten sonra yine fayrap etti; kalbi taşıyor, artık ona komuta edemiyordu:
— Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlı’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş… Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum. Hay kahrolasıca pis herif, hay yokolası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte… Boşversem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da Tanrı’sı ve karşı Tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be… Hepimiz kurtların yiyeceği etiz… Ve bu kadınsa, gayri o zaman, vallahi ağlayasım geliyor. Sen ikide bir, kadınları seviyorum diye benimle alay edersin. Nasıl sevmeyeyim be? Nasıl acımayayım ki, onlar zayıf yaratıklardır, ne yaptıklarını bilmezler; memelerinden tutuversen, kapılarını açıp teslim olurlar!.. Ben, bir zamanlar yine bir Bulgar köyüne girmiştim. Namussuz bir Yunanlı köy ihtiyar kurulu üyesi beni ihbar etti, kaldığım evde sarıldım. Dama fırladım, damdan dama atladim. Ayışıklı bir geceydi. Kaçmak için kedi gibi taraçadan taraçaya atlıyordum. Ama gölgemi görüp damlara çıktılar, beni yaylım ateşe tuttular. Ne yapabilirdim? Bir avluya atladım; avluda uyuyan bir Bulgar karısı geceliğiyle fırladı, beni görünce ağzını açıp bağırmak istedi, ama elimi uzatıp dedim ki: «Aman! Aman! Sus!» ve göğsünü tuttum. Kadın sararıp mayna etti Yavaşça, «Gir içeri,» dedi, «görmesinler bizi!..» İçeri girdim, elimi sıktı: «Yunanlı mısın?» dedi. «Evet,Yunanlıyım, beni ele verme!» deyip belinden yakaladım. Ses çıkarmadı. Birlikte yattık. Kalbim hazdan titriyordu. «Nah,» diyordum, «nah ulan Zorba, kadın bu demektir, insan bu demektir! Bu Bulgar mı, Rum mu, hamhum şaralop mu? Aynı şey be; insandır, insan! öldürmekten utanmıyor musun? Tuh sana!» Onunla birlikteyken, onun ılıklığı içinde olduğum sürece bunları düşünüyordum. Ama o kuduz köpek «vatan» bırakmaz ki! Sabahleyin, dul Bulgar karısının verdiği Bulgar elbiselerini giyerek kaçtım; merhum kocasının elbisesini sandıktan çıkarıp vermişti; tekrar geleyim diye de dizlerimi öperek yalvarıyordu… Evet, evet, ertesi gece oraya gene döndüm, ama, yurtsever olarak; evcilleşmez bir canavar olarak; bir teneke petrolle döndüm. Köyü yaktım. O zavallı kadın da birlikte yanmış olmalı. Adı Ludmila idi…Zorba içini çekti; bir sigara yaktı, iki soluk çektikten sonra attı:
— ‘Vatanım’ diyorsun… Kâğıtlarının sana söylediği, incir çekirdeğini bile doldurmayan o boş sözlere kulak asıyorsun… Sen beni dinle; vatan var oldukça insan canavar kalacaktır, evcilleşmez canavar… Ama, şükür Tanrı’ya, kurtuldum, geçti! Ya sen?