Kur’an-ı Kerim’de tasavvuf, sufi gibi hiçbir söz geçmez. Hz. Peygamber’in, “Allah’la oturup kalkmak isteyen, sof giyenlerle düşüp kalksın” mealinde bir hadisi olduğunu sufiler söylerse de bu söz, uydurma hadislerdendir; sof giymek hakkındaki hadisler de uydurmadır.
Tasavvuf ehli de bu sözün Arapça bir kökten ürediği rivayetlerini anlattıktan sonra bütün bunlara rağmen bu rivayetlerin, üretim kurallarına uymadığını söylemek zorunda kalmışlardır.
Bu rivayetleri şöyle sıralayabiliriz:
- Tasavvuf mesleğini seçenler, mesleklerine mensup olanlara sof, yani yün elbise giydiklerinden sufi, tuttukları yola da tasavvuf demişlerdir.
- Peygamber zamanında, mescidin sofasında yatıp kalkan yoksul sahabeye, sofa ehli anlamında “Ashab-ı Suffa” denirdi. Sufiler, bunlar gibi yokluğu, yoksulluğu benimsediklerinden bunlara nispetle kendilerine sufi, yollarına tasavvuf adı verilmiştir.
- Okun nişandan sapması, adamın bir yana eğilmesi anlamlarına gelen süvuftan gelmiştir. Tasavvuf ehli de dünyadan yüz çevirdiklerinden bu adla anılmışlar, mesleklerine de tasavvuf denmiştir.
- Bu söz, “saf”tan gelmedir. Kendilerini Tanrı’ya adayanlar, manen, ümmetin ilk safında bulunduklarından sufi adını almışlar, meslekleri de “tasavvuf” diye anılmıştır.
- Tertemiz anlamında safavi sözü, konuşmada dile ağır geldiğinden sufi’ye çevrilmiştir.
- Kırda, çölde biter süfane denen bir bitki vardır. Bunlar da iyi şeyler yemediklerinden, riyazata devam ettiklerinden, çok zaman azıksız olarak çöllere gittikleri, otlarla geçindiklerinden bu bitkiye nisbetle sufi adını almışlardır.
- Cahiliyye devrinde, yani Hz. Peygamber’den önce Mudar boyundan Sufa oğulları, kendilerini Kabe hizmetine vakfetmişlerdi. Hac törenini bunlar idare ederlerdi. Sufiler de kendilerini Tanrı hizmetine verdiklerinden bu boya nisbet edilerek sufi adıyla anılmaya başlamışlar, yollarına da tasavvuf denmiştir.
Tasavvuf ehli, bütün bunları anlatmakla beraber, hiçbirinin üremesi Arapça kurallara uymadığı için “tasavvuf” sözünün bu yola bir ad olarak verildiğini, kendilerine de “sufi” denildiğini söylemek zorunda kalmışlardır. Ancak Nasrabadi tasavvufa ait yazdığı “Al-Luma’fi’t-Tasavvuf” adlı değerli eserinde, sof giydiklerinden sufi diye anıldıklarına dair olan rivayeti tercih eder görünmekte ve sufi adının, sonradan uydurulmuş bir ad olmayıp 728 yılında vefat eden Hasan-ı Basri’nin, sufi diye anıldığını ve ondan “tavaf ederken bir sufi gördüm, ona bir şey verdim, kabul etmedi…” diye bir olayın rivayet edildiğini, Süfyan-ı Sevri’nin de “ben Ebu-Haşim-i Sufi’yi görmeseydim, riyanın inceliklerini bilemezdim” dediğini, Yesaroğlu İshak’ın oğlu Muhammed’den ve başkalarından, Cahiliyye devrinde, uzak bir yerden, bir sufi’nin Mekke’ye gelip Kabe’yi tavaf ettiği hakkında rivayetler naklolunduğunu bildirmekte ve “bunlar doğruysa” kaydını da koyup bu adın İslam’dan önce temiz ve üstün kişilere verilen bir ad olduğunu bildirmektedir. Fakat bu rivayetler, kendinin de “doğruysa” diye bildirdiği gibi kesinleşememekte, başka ve gerçekçi kaynaklarda bulunmamaktadır. Bu yüzden biz, tasavvuf ve sufi sözleri hakkında şu kanaatte bulunduğumuzu belirtmek zorundayız:
“Tasavvuf” sözü, Yunanca “Sofos” sözünden Arapça’ya uydurulmuş, “sufi” sözü de tasavvuf sözünden meydana gelmiştir; nitekim sonradan ilahi ve dini bir felsefe hüviyetini arzeden “Kelam” da, Yunanca “Logos” sözünün tercümesinden başka bir şey değildir.