Kültürün bütünündeki değişmelerin felsefede de kendilerini göstereceği besbellidir; çünkü felsefede bir kültürün dünya ve hayat anlayışı en derlitoplu biçimiyle dile gelir. Rönesans kültürünün bütünü gibi felsefesi de dinç atılımlarla doludur; o da bir geçit niteliği taşır. Geçit üzerinde bulunmak demek de, geride bırakılanla kendisine varılmak isteneni, ister istemez, bir arada bulundurmak demektir. Nitekim Rönesans felsefesinde de, bir yandan “eski” ile “yeni”nin şiddetle çarpıştığını görürüz, öbür yandan bunların şaşılacak gibi bağdaşıp birbirine karıştığını, birbiri içine de girdiğini görürüz; bu yüzden de Rönesans düşüncesiyle düşünürü çelişmelerle yüklüdür. “Eski”nin yıkılıp “yeni”nin de henüz olgunluğa varamadığı, ama yeni bilgi ve değerleri şiddetle özleyen bu yüzyıllarda ne düşünce form bakımından sonuna kadar gelişebilmiş, ne de her yerde güvenilir bilgilere varılabilmiştir; hatta zaman zaman ortaya büsbütün fantastik olan formlar bile konulmuştur. Onun için Rönesans’ın felsefe bakımından bir tablosunu çizmeyi denerken, yeni güçlerin yeşermesi yanında eskilerin yavaş yavaş solmalarını da gözden kaçırmamak, bu iki yönü hep birlikte ele almak doğru olur.
Bu solan formlarla yeşeren formların birkaçını kısaca karşılaştıralım:
- Ortaçağ’da felsefenin ana rengi dini idi. Hıristiyanlık bu çağda, kendi ide ve ilkeleriyle, çok sıkı bir birliği olan evrensel bir kültür yapısı kurmuştu. Felsefe bu büyük kültür organizması içinde sadece bir organdı; bu yapı içinde felsefeye düşen görev, kilisenin öğretilerini desteklemekti. Ortaçağ’ın Batı Hıristiyan kilisesine göre, Antikçağ’ın bir iki büyük filozofu ile kilise babalarının düşündüklerinde ve inandıklarında değişmez doğrular gizlidir. Bu doğrular, her türlü bilgi için olduğu gibi, felsefe için de birer ölçü, birer amaçtırlar; dolayısıyla felsefeye düşen iş, Hıristiyanlığın dayanağı olan bu doğruları akılla işleyip ışıklandırmak ve savunmaktı. Böylece felsefe, ancak teolojinin (Tanrıbilimin) bir parçası, olsa olsa ona yalnız hizmet eden bir bilgi kolu olmuştu.
Buna karşılık, Rönesans’ta, kültürün bütününde olduğu gibi, felsefenin ana eğilimi, kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak, yalnız kendine dayanmak, kendini arayıp bulmaktır. Bunun için de, Rönesans düşüncesi kendini bütün tarihi otoritelerden bağımsız kılmaya, dünya ve hayat üzerindeki görüşlerine yalnız deneyin ve aklın sağladığı doğrularla biçim vermeye çalışır. Bu doğrular da hazır olarak verilmiş değildirler; aranmaları, uğurlarında savaşılması gerekir; bu iş insan için sonsuz bir ödevdir.
- Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı bir sistemdi; bu sistem içinde, ancak görünürde birbirinden ayrıldıklarına, özde ise birleştiklerine inanılan karşıtlar, organik bir bütünde giderilmeye uğraşılırdı. Bu sistem hiç kimsenin, hiçbir ulusun malı değildi, kişisel değildi, Katolik Kilisesi çerçevesinde toplanmış bütün Hıristiyan ulusların ortak malı idi. Zamanın akışında yapılan şey: bu ortak kültür sermayesini işlemekten ibaretti. Bu işleyiş de daha çok biçim bakımındandı: pürüzler düzeltilmeye çalışılır, uyuşmazlıklar birbirine uydurulmaya uğraşılır; bütün bu işler de, yine ortaklaşa olan bir dille, Skolastiğin kendine göre oluşturduğu bir Latince ile yapılırdı.
Rönesans’ta ise bu tek bir sistemin, bütün bir kültür dünyasının bu tek bir çerçevede toplanmasının yerine bir sistemler çokluğu geçmiştir. Bu sistemler İlkçağ’ın da Ortaçağ’ın da evren ve hayat üzerine belirttiği bütün renkleri taşıyacaklardır. Ortaçağ’ın gölgelendirdiği Antikçağ’ın çok renkli düşünce tablosu Rönesans’ta bütün parlaklığı ile yeniden karşımıza çıkar: Artık düşünür kendini adsız bir yapıtın arkasına gizlemez, tersine olarak yapıtında kişiliğini, benliğini bütün ağırlığıyla belirtir. Bir felsefe görüşünde de, artık bu felsefenin içinde oluştuğu ulusun karakteri de kendini belli eder; felsefe, yavaş yavaş da olsa, Latince değil, artık ulusal dillerle yazılmaya başlanır.
- Ortaçağ’da filozoflar din adamları idi. Augustinus, Anselmus, Thomas Ortaçağ’ın bu büyük filozoflarının hepsi aynı zamanda kilisenin de büyükleri idi.
Rönesans ile bu durum da değişmiştir; artık felsefeyi yapan ve işleyenler, yazarlar, araştırıcılar, yeni kurulan ya da medreseyi aşıp büsbütün yeni bir yapı ile ortaya çıkan üniversitelerin öğreticileridir.
Ortaçağ filozofu, “doğru”nun zaten bulunmuş olduğuna inandığı için “yeni”yi aramaz, yalnız hazır bulduğu bir tabloya daha sağlam bir temel kazandırmaya çalışır. Örneğin Skolastiği son yüksekliğine ulaştıran Thomas, felsefesiyle yalnız kendisinden önceki yüzyılların ortaya koymuş olduğu yapıyı tamamladığına inanır, başarısını ancak bu ışık altında görür. Rönesans filozofu ise kendisini ilkece yeni bir şey getiren bir dönemin temsilcisi, müjdecisi sayar; dolayısıyla onun istediği, hazır olarak karşısında bulduğu gereçleri saklayıp sağlamlaştırmak, sistemleştirmek değil, hiç yorulmadan yeniden yaratmak, eski ile savaş, işleyeceği gereçleri kendisinin arayıp bulması ve boyuna genişletmesidir.
Dedik ki, Ortaçağ düşüncesinin birliği vardır; bu düşüncenin yürüdüğü yol da birdir, varmak istediği amaç da birdir. Oysa Rönesans’ta bu birlik bozulmuştur; artık “doğru”ya ulaştıran yol bir tane değildir, artık düşüncenin üzerine eğildiği konu da bir tane değildir. Rönesans felsefesi, tıpkı antikçağ felsefesi gibi, insan ve evrene ilişkin bütün sorunları ele alır; bunları çözmek için türlü türlü yolları dener; bu yüzden Rönesans’ta karşımıza birçok çığır çıkar; bunlar pek çeşitlidir, birtakımının birbiriyle pek az bir ilişiği vardır. Bununla birlikte, her biri başka bir yöne çevrilmiş görünen bu çığırlar bir konuda aralarında birleşirler: Skolastiğe karşı koymada. Bunlar şu ya da bu bakımdan birbirinden ne kadar ayrılırlarsa ayrılsınlar, Skolastiği reddetmede, Skolastik yöntem ve anlayışla savaşmada elbirliği ederler. Rönesans felsefesinin kendi içindeki bütün ayrılıkları aşarak reddetmede birleştiği Skolastik felsefenin yapısı ve ilkesi ne idi? Neden Rönesans felsefesi bu ilkeye böyle sert bir tepkide bulunuyor? Bu tepkinin serpintileri günümüze kadar gelmiştir; bugün bile skolastik deyimi, yer yer aşağılatıcı bir anlam taşır. Kökü Latince schola (okul) olan skolastik (scholasticus) deyimi, okulla bir ilişkiyi anlatır; buna göre Skolastik felsefe okul felsefesi demektir; araştırılan felsefe değil de, yalnız okutulan felsefe. Ortaçağ’da okutulan felsefe de, kilisenin öğretim sisteminde yer aldığı için, teolojiye dayanıyor, yalnız onu desteklemeye yarıyordu.