Bir defasında, baharın ilk günlerinde Yosemite Ulusal Parkı’ndaki dağlarda kırk gün oruç tuttum. Yanımda yalnızca uyku tulumuyla, doğanın yalnızlığının tadını çıkardım. Kendimle yüzleşmenin az bulunur fırsatını yakalamıştım. Mutsuzluğumun suçlusu sadece bendim. Odaklandığım konuyu karıştıracak ne insanlar, ne başarılması gereken planlar, ne okunacak kitaplar, ne şehvet arzusu vardı ortalıkta. Dikkati dağıtacak hiçbir şey yoktu. Benden önce orada olanlar dışında hiçbir şey yoktu. Çevremdeki kar gibi, geçen her günle birlikte ben de erimeye başladım. Her gün, kendimin daha da derinlerine indim ve çevremdeki dünyaya her gün biraz daha şükran duydum. Saatler boyunca kıpırdamadan yaprakların desenlerine baktım. Yapraklara ve ince dallara tırmanan şişman siyah karıncaları izledim ve bir mahluk olmanın ne demek olduğunu düşündüm hayretle. Uzaktaki ağaçları çekiçleyen ağaçkakanların sesine güldüm. Havai bir çocuk gibi oradan oraya uçan bir kelebeği izledim. Kayaları kucakladım ve onların “öğütlerini” dinledim.
Pek çok insan deneyimimi ve bu kadar uzakta iken gözüme en çok çarpan şeyin ne olduğunu sordu. Doğaüstü bir olay, mistik ışık görüntüleri ve kendinden geçme hali gibi bir deneyim duymayı istediklerini sezdim. Aslında ışık ve daha fazlasını gördüm, ama benim için önemli olan şeyler bunlar değildi. Bu deneyim asla farkındalığımdan çıkmadı ve beni tamamen değiştirdi. Ne ben, ne de dil anlatmayı becerebilir miyiz, emin değilim ama anlatmaya çalışacağım.
Yosemite Vadisi’ndeki inzivamdan geri dönerken, turistleri vadide gezdiren o küçük otobüslerden birine bindim. Otobüste şişman ve rüküş bir grup turist yolculuk planları üzerine endişeyle konuşuyorlardı; Yosemite’de görmeleri gereken nereleri vardı, ne kadar yürümeleri gerekebilirdi. Konuşmalarının farkında olsam da bana donuk ve uzak geliyordu, çünkü ben onların güzelliğini tam bir huşu içinde izliyordum. Onların GQ veya Vogue dergilerine kapak olacak incelikte örnekler olmadıklarını size anımsatırım, ancak benim gözlerim kamaşmıştı. Sanki daha önce hiç insan görmemiş gibiydim. Ellerinin etleri, bedenlerinin sıcaklığı, gözlerindeki parlaklık ne kadar şaşırtıcıydı. Kalkıp hepsini kucaklamak ve ne kadar olağanüstü olduklarını bilip bilmediklerini sormak istedim. Ancak sessizce oturdum, içim öyle sevinçle doldu ki yüreğimin çatlayacağından korktum.
Onları tanımadan, görüntüleri, zekaları, kişilikleri veya görüşleri tarafından etkilenmeden, olumlu veya olumsuz haklarında hiçbir yargıda bulunmadan, insan olmaları dışında onları herhangi bir düzeyde ilişkilendirmeden onlar için derin bir sevgi duydum. Bunun bana ait bir sevgi olduğunu söyleyemem, çünkü sevgimde irade, çaba, kişisel bir ilgi yoktu. Otobüsten indiğimde hala esrik bir haldeydim, çimenlik bir yere uzandım. Gözlerimi kapattım, tanımlayamayacağım bir canlılıkla sevginin evreni nasıl hareket ettirdiğini gördüm. Galaksileri döndüren, avlanan aslanı hareket ettiren, iyi veya kötü dediğimiz her şeyin doğmasına neden olan sadece sevgiydi. Kendimi tamamen güvende ve dünyada evimde hissettim. O anda birisi çıkıp bedenime zarar verebilir veya yok edebilirdi, ona bunu yaptıranın sevgi olacağını biliyordum. Lao Tzu’nun dediği gibi, “Tao, her şeyin içindeki gizemdir” gerçekten.