Resim: İsimsiz – Michael O’Toole
Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse, büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır; haddizatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edilebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.
Fakat yelpazenin diğer ucunda duran insan, ihtiyacın ani sancılarından kurtulur kurtulmaz, her ne pahasına olursa olsun eğlenmeye ve topluluğa karışmaya çabalar, karşılaştığı ilk kimseyle tanışmaya can atar ve bizatihi kendisi en ziyade uzak durmaya çalıştığı şey haline gelir. Çünkü herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakıldığı yalnızlıkta, bir insanın kendinde sahip olduğu şey gün ışığına çıkar; allı pullu esvaplarının içerisinde budala sefil kişiliğinin yükü altında inim inim inler ki bu asla üzerinden atamadığı bir yüktür; halbuki yetenekli insan canlandırıcı-şenlendirici düşünceleriyle tenha yerleri gözler.
Seneca, ahmaklığın kendi kendisinin yükü olduğunu bildirir: “Bir ahmağın hayatı ölümden daha berbattır“. Dolayısıyla kural olarak bir insan, zihinsel bakımdan sefil ve genel olarak bayağı olduğu derecede topluluğa karışabilir. Çünkü bir insanın bu dünyadaki seçimi bir yandan yalnızlığın, diğer yandan bayağılığın ötesine çok fazla geçmez.
Boş zaman, yani insanın benliğinin ya da ferdiyetinin özgürce idrak etmek için sahip olduğu zaman, genellikle hayatın sadece çaba ve zahmetten ibaret kalan bölümünün meyvesi ya da ürünüdür. Fakat insanların çoğunun boş zamanında ne ortaya çıkar? Can sıkıntısı ve budalalık, kuşkusuz bedensel zevklerin ya da budalalıkların peşinde koşulduğu zamanlar müstesna. Böyle bir küçücük boş zaman aralığının ne kadar kıymetli olduğu onun harcanma tarzında yahut keyfiyetinde görülebilir ve Ariosto’nun dikkat çektiği gibi cahil insanların boş saatleri ne kadar acınaklıdır!
Sıradan insanlar, sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarını düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan zamanını nasıl kullanacağıyla meşgul olur. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni akıllarını iradenin sevk edici gücünü harekete geçirmekten başka bir şey için kullanmamalarıdır. Ve iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halini alır ve akılları tatil eder, çünkü irade gibi o da sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç, bir insanın sahip olduğu güç her ne ise, onun korkunç bir durgunluğu, tek kelimeyle can sıkıntısıdır.
Nasıl ki hiçbir ülke sadece birkaç kalem ithalata ihtiyaç duyan ya da hiç ihtiyaç duymayan bir ülke kadar müreffeh değilse, en mutlu insan da içindeki zenginliği kendisine yeterli olan ve varlığını idame ettirmek için dışarıdan ya çok az veya hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insandır. Çünkü ithal mallar pahalı şeylerdir, bağımlılığı açığa vururlar, tehlikeye sebebiyet verirler, sıkıntı meydana getirirler ve sözün kısası yerli imalat için sefil birer ikamedirler. Hiç kimse başkalarından ya da genel bir ifadeyle, dış dünyadan çok fazla beklenti içerisinde olmamalıdır. Bir insanın bir başkası için ifade edebileceği şey öyle çok büyük değildir; neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur.
Yazi hosuma gitti.
Icimdeki boslugun ne anlama geldigini arastirirken, karsima bu yazi cikti. Icimde ki bosluk ölmem gerektigini söylüyor bana. Ben de istiyorum aslinda. Diger taraf tan da istemiyorum, bir KALENDER gibi hayat sürmek istiyorum. Emek gücü ile calisip bu insanligin bedenimi ve ruhumu sömürmesi bana cok agir geliyor, aslinda ondan yasamak istemiyorum.
Eger bir KALENDER gibi yasarsam, karnimi nasil doyurum aslin da onu düsünüyorum. Yollara düsüp yürüsem, sehirler, kasabalari, köyleri bucak bucak gezsem karnimi birileri doyururmu acep? Bilmiyorum. Denemeden, tecrübe etmeden anlatilan hersey bos. Yasim 50 sanat alanin da Master yapmis biriyim. Su anda issizim. Artik hayattam biktim, ve yalnizligimi dibine kadar yasamak istiyorum. 3 yildir asigim. Ve hala asigim.
Naapsam bilmiyorumki?
Kaldim öle öylesine. Evimi nasil biraksam, O kitabim var, kütüphane dolu. O kadas yapmis oldugum Resim ve fotograf var…hepsini yakip biraip gitsem diye düsünüyorum. Bir kalender gibi gezsem. Bilmiyorum
Bulunduğumuz yer dünya hepimiz içinde var oluşumuzu ararken aslında “ Kendi içimizde” ki var oluşu göz ardı ediyoruz, nasıl etmeyelim ki insanız sonuçta. Kalender bir hayat yaşamak istiyorum derken bile aslında bir başkasının hayali olan sanatı idame ettirdiğinizin yanı sira başka dünyalara ve insanlara açılıyorsunuz. Kalenderliği elinize almışsınız çoktan lakin karanlığa bir mum yakmalısınız zira varlığı olmayan bir şeyin içinde var olmak nitekim imkansız. Karanlık bir alandasınız bunu kovamaz anlayamaz yada savaşamazsınız. Fakat bir mum yakmalı o kütüphaneye bir kitap daha eklemeli sonrasında sanatınızı ve gerçekliğinizi o tuvale yansıtmalısınız. Dünya aydınlık olsa “Sanat” olmazdı der;
“Alain”