İdeallerimiz harekete geçirici güçlerdir, bazı durumlarda ise tuzaktırlar. Psikiyatrlar “idealopati” diyorlar buna. Ne zaman normalden patolojik olana doğru kayarız? İdeallerimiz ve modellerimiz çok katı olduğunda. Sözgelimi psikanalistler, ideallerimize yaklaşma irademizde taşıyıcısı olabileceğimiz baskıcı vizyonu belirtmek amacıyla “İdeal Ben”den söz etmişlerdir.
Her şey “istiyorum” ve “mecburum” arasında olup biter. Veteriner olmak istiyorsam amacıma ulaşmak için her şeyi yaparım, ama başka bir meslekte çalışmayı da kabul edebilirim: sözgelimi bu bağlamda eğitimin bana çok zor geldiğini fark edince ya da mesleğin hoşuma gitmediğini anlayınca. Baba mesleği olduğu için veteriner olmaya mecbursam ve bu amaca ulaşamamışsam kendime saygım zarar görecektir bundan: böyle bir sıkıntıya düşmemek için çok çalışma, gereksiz fedakarlıklar yapma gibi riskler alırım.
Aşırı bir idealden “kurtulmak” için en iyi yol, bu ideale ulaşmamaktır. Oscar Wilde’ın dediği gibi: “İnsanın yaşamında iki dram vardır: istediğini elde edememek. Ve elde etmek.” Bu ideallerin baskısından kurtulmak kolay değildir, özellikle de bazen kendine saygının bir çocukluk yarasını telafi edici bir işlevi varsa, hiç kolay değildir bu. Sözgelimi herhangi bir iş adamının aşırı çalışması ve başarısının kökeninde, babası tarafından adam yerine konulmadığı duygusu yatar. Kimi zaman kendi gözümüzden bile kaçırdığımız ideallerimizin bilincine varmak, genellikle onları yumuşatmamızı sağlayacak ilk girişimdir: sayısız psikoterapinin amacı da budur.