Hayvanlar krallığını düşündüğünüz zaman aklınıza ne geliyor? Size arkadaşlık yapan kedi veya köpek mi? Gıda olarak kullandığınız inek ve tavuklar olabilir mi? Tehlike altında kalan doğal dünyayı simgeleyen büyük “starları” – filleri, balinaları, yunusları, pandaları ve şempanzeleri – görüyor musunuz?
Belki en yakın komşularınız olan sincapları ve kuşları görmek için pencerenizin dışına bakıyorsunuz veya habersiz insanlara saldırmak için fırsat kollayan insan yiyen timsahları, zehirli yılanları veya hastalık saçan sivrisineklerin korkunç görüntüleri için TV seyrediyorsunuz.
Hayvanlar, çoğumuzun en çabuk bağ kurduğu doğal dünyanın parçasıdır. Çünkü hayvanlar çok geniş ve çeşitli bir grubu temsil ederler ve yaşamlarımız onlarınki ile uzun zamandır bağlı olduğundan, onlara karşı duygularımızın birçok biçim almasında şaşılacak bir şey yoktur. Tarihöncesi çağlardan beri, atalarımız mamutları, yerde yaşayan tembel hayvanları ve öteki memelileri muhtemelen tükenene kadar avladılar; etleri, derileri ve daha fazlası için hayvanlara bağımlı olduk. Bizimle beslenme tercihleri değişen büyük etoburları korkutmayı öğrendik. Yüzyıllar boyunca hayvanları işgücü, ulaşım, arkadaşlık ve eğlence gereksinmemizi karşılamak için kullandık. Bazılarını geldikleri gibi aldık, diğerlerini bedenleri asıl biçimlerine hiç benzemeyene kadar fazlasıyla türettik. Şimdi genlerine kadar onarım yapıyoruz, böylece domuzlar insan proteini üretir ve keçiler sütlerinde örümceklerin ağını salgılar oldu. Biz insanların gezegeni paylaştığımız öteki türleri eşzamanlı olarak sömürdüğü, saygı gösterdiği, korktuğu, denetlediği, duyarlılık gösterdiği, şeytanlaştırdığı, yok ettiği, koruduğu ve şımarttığı bir dünyada yaşıyoruz. Ve bitkilerle olduğu gibi hayvanlara bakışımız da neredeyse sırf gereksinmelerimizin ve arzularımızın merceği tarafından çerçeveleniyor.
Genelde doğal dünyaya, insanların en üstte olduğu, öteki her şeye egemen olduğu ve yönettiği bir çeşit ast-üst ilişkisi gibi bakmamız öğretildi. Öteki türlere bize ne kadar benzediklerine göre “daha üstün” veya “daha düşük” diye derecelendirdik. İşe yarar bulduklarımızı “yararlı” veya “iyi” sanıyoruz ve bize bela olanları veya bizimle rekabet edenleri “zararlı” veya “kötü” olarak etiketliyoruz. Bunun dışında kalan çok azı, tarafsız topraklarda kalmayı başarıyor. Kabul edelim ki, algılama izleyiciye bağlıdır. Bizim için hayvanları, bir insan önyargısı dışında görmek galiba olanaksız. Bir an için de olsa onlara kendi koşullarında bakmayı deneyelim. Hayvanlar, yaşamın renkli duvar kilimi içerisinde her birinin kendi yaşamsal ve belirgin örgüsüyle bizim kardeş türümüzdür.
Bir an için hiyerarşi kavramını bir kenara koyup kendimizi bir şebekenin parçası gibi görebilir miyiz? Yaşayan dünyayı her şeyin insanlar da dahil, bütün içerisinde eşit biçimde önemli olduğu ilişik türlerin bir ağı gibi düşünebilir miyiz? “Uygar” bakış açımızdan, bu abartılı bir istek olabilir, ama dünyaya nasıl onur ve saygıyla yaklaşmamız gerektiğini öğrenmenin bütünleyici bir parçasıdır.
Çevrebilimciler “niş” terimini, topluluğu içerisinde her türün benzersiz yeri veya rolünü tanımlamak için kullanırlar. Niş, organizmaların su, çevre ve enerji gibi kaynakları paylaşmalarının çeşitli yolları kadar, onların ne yediği, neyin onları yediği ve birbirleriyle etkileşmelerinin bir sürü yolunu göz önüne alır. Her tür, bütünün işlemesine kendi katkısını yapar. Her biri hareket ve ilişkinin hiç değişmediği olağanüstü dansı içinde, çevresindekilerce etkilenirler ve etkilerler. Dünyaya bir de bu yönden bakabilir miyiz?