Budist kadim bilgilerinde Buda’nın aşkınlığının aydınlanmaya dönüşmesini izleyen anlar hakkında bir öykü vardır. Otuz dokuz günlük bir meditasyonun ardından, yanılsama örtüsü sonunda açılmış ve evrenin gerçek işleyişi büyük üstada gösterilmiştir; gözlerini açtığında hemen, “Bu öğretilemez,” dediği söylenir. Ancak sonrasında fikrini değiştirmiş, sonuç olarak, dünyaya kendini gösterip meditasyon pratiğini küçük bir avuç öğrenciye öğretme girişiminde bulunmaya karar vermiştir. Öğretilerinden yararlanacak (ya da bunlara ilgi gösterecek) olanların oranının çok az olabileceğini biliyordu. İnsanlığın çoğunun, diyordu, aldatma tozuyla gözleri öyle kabuk bağlayıp kapanmıştır ki onlara kim yardım ederse etsin, asla gerçeği göremeyecekler. Diğer birkaçıysa doğal olarak öyle keskin görüşlü ve serinkanlıdırlar ki ne bir rehbere ne de bir desteğe ihtiyaçları var gibidir. Ama bir de, gözleri tozun etkisiyle hafifçe kabuk bağlamış olanlar var ve bu kişiler de doğru üstadın yardımıyla, bir gün daha net görebilmeyi öğrenebilirler. Buda, bu azınlığın yararlanacağı bir eğitmen olmaya karar vermişti… “az tozlanmış olanlar için”.
Bu orta seviyede tozla-kabuk bağlamışlardan biri olmayı yürekten diliyorum, ama bilemiyorum. Tek bildiğim, içsel huzurumu halkın geneli tarafından biraz zorlayıcı görülebilecek yöntemlerle bulmaya yöneldiğim. Fazla seçeneğim var mı, onu da bilmiyorum. Onca yıl gönül ferahlığı hissedebilmek için çılgınca bir arayışa girip öyle çeşitli yollara başvurdum ki bütün bu elde edişler ve başarılar… bunlar sonunda sizi tüketiyor. Yaşam, eğer onu böyle sıkı takip etmeyi sürdürürseniz, sizi ölüme sürükleyecektir. Zaman, bir haydutmuş gibi peşine düştüğünüzde, öyleymiş gibi davranacak; her zaman bir şehir ya da bir oda ötenizde olacak; sizden yakasını kurtarabilmek için adını ve saç rengini değiştirecek, siz en yeni arama izin belgenizle hızla lobiye geldiğinizde sırf sizinle alay etmek için kül tablasında hala yanan bir sigara bırakarak, motelin arka kapısından sessizce kaçacaktır. Bir noktada durmanız gerekecek, çünkü o durmayacak. Onu yakalayamayacağınızı itiraf etmelisiniz. Onu yakalamanın size düşen bir görev olmadığını da. Bir noktada, Richard’ın bana söyleyip durduğu gibi, oluruna bırakmanız, hareketsizce oturmanız ve gönül ferahlığının size gelmesine izin vermeniz gerekir.
Oluruna bırakmak, tabii ki dünyanın tepesinde bir sapı olduğuna ve sırf bizim o saptan tutup onu şahsen döndürdüğümüz için dünyanın döndüğüne, eğer bu sapı bir an olsun bırakırsak, eh… bunun evrenin sonu olacağına inananlarımız için korkutucu bir girişimdir. Ama oluruna bırakmaya çalış, dostum… Benim aldığım mesaj bu. Şu an için sessizce otur ve durmak bilmez katılımına son ver. Neler olduğunu seyret. Sonuçta, kuşlar uçuşlarının ortasında ölüp gökten düşmez. Ağaçlar kuruyup ölmez, nehirler kanla boyanıp kırmızı akmaz. Yaşam sürmeye devam eder. İtalyan postanesi bile siz orada olmasanız da işini yapmayı sürdürecektir… Neden bütün bu dünyada yaşanan her anı, ufacık bir yönetim altında tutmanızın bu kadar önemli olduğundan böylesine eminsiniz? Neden sadece olmasına izin vermiyorsunuz?
Bu savı duyuyorum ve ilgimi çekiyor. Onu anlıyor, ona inanıyorum. Gerçekten inanıyorum. Ama sonra – rahatsızlık verici bütün o istekler, yükselen coşkular ve aptalcasına aç doğamla – merak ediyorum, bunun yerine enerjimle neler yapmalıyım?
O yanıt da geliyor:
Tanrı’yı ara, diye öneriyor Gurum. Başı yanmakta olan bir adamın suyu aradığı gibi Tanrı’yı ara.