-Peki, hakikat nedir o zaman?
Duraksadı, öğrencisini anlamak isteyen bir öğretmenin deneyimli gözleriyle süzdü beni.
-Öğrenmeye hazır mısın?
-Hazırım.
Şimdi dudaklarında sahiden o gizemli gülümseme belirmişti.
-Hiç kimse tam olarak hazır değildir. Hazır olup olmadığımızı hakikatle karşılaştığımızda anlarız ancak.
Ne söylesem karşı çıkıyordu, canım sıkılmaya başlamıştı.
-Başkalarını bilmem ama ben hazırım, diye söylendim inatla, -buyurun sizi dinliyorum.
Konuşmadan önce azarlar gibi baktı yüzüme.
-Sabırsızsın. Oysa bütün mahlukat sabrın ipliği ile bağlıdır birbirine. Dünya sabırla döner. Çünkü güneşin de ayın da zamana ihtiyacı vardır. Sabırlı ol. Büyük sırlara ermek için sabır denizinde yüzmeyi öğrenmen lazım. Çünkü sırlar, sabır denizinin dibinde saklıdır.
-Tamam, sabırlı olacağım, dedim boyun eğerek –en azından deneyeceğim.
Yüzü aydınlandı, sağ eliyle sakalını sıvazladı.
-Aferin, uyumlu ol, dedi. –Uyum, güzelliktir. Uyum, suyun özelliğidir. Su, sabrın simgesi, istiridyenin yurdudur. Su olmasaydı, inci de olmazdı. Sabırlı ol ki istiridye gibi inciler yapasın.
-….
-Hakikati benim sözlerimle öğreneceğini mi sanıyorsun?
-Başka nasıl öğrenebilirim ki?
-Sözler, hakikat değildir, ağzımızdan çıkan seslerdir. Yeryüzünün gelmiş geçmiş en yetenekli söz ustaları dahi yaşamın en basit anlarını bile bize gerektiği gibi anlatamaz. Renkleri gösteremez, kokuyu duyuramaz, dokunuşun verdiği hazzı hissettiremez, sesleri işittiremez, yiyecekleri tattıramaz, diyelim ki bir mucize oldu bunları yaptı; ama insanların ruhunda olup biteni aktaramaz. Belki akıl yürütür. Belki gürbüz düşüncesini aklın üç ayağından biri olan mantığın üzerine bindirip zihnin sonsuz ufuklarında keyfince gezdirir, ama insan ruhunun an be an değişen halini asla gerektiği gibi anlatamaz.
Bedenimi ele geçiren umutsuzluğu fark etmiş olacak ki:
-Ama karamsarlığa kapılma, dedi. Sözün anlatamadığını yaşam anlatır. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır.