Gerçeği görmememizin nedeni yeterince kitap okumamamız veya yeterince akademik diplomaya sahip olmamamız değil, yeterince cesarete sahip olmamamızdır.
“Gerçek” derken sadece bilimsel kanıtlardan bahsetmiyoruz. Bu kanıtların sorunu hatasız olmalarıdır. Eğer sizi dertlendiren bir düzine soruya (yani neyin doğru olduğuna karar vermek için üstünde düşünüp gerçekten kafa patlattığınız sorulara) baktığınızda içlerinden pek azının bilimsel kanıtlarla ilgili olduğunun farkına varacaksınız. Hangi işe gireceğiniz, aşık olup olmadığınız, çocuğunuzun okulda karşılaştığı sorunları nasıl çözeceğiniz ya da herhangi bir konuda ne hissedip neler istediğiniz… Bunlar gün boyunca hatta rüyalarınızda kafanızı meşgul eden konulardır. Teknik kanıtlar bu tip konularda ender olarak yardımcı olurlar. Birey riski göze almak zorundadır ve doğru yanıta ulaşıp ulaşamayacağı da onun olgunluk ve cesaret düzeyi ile çok yakından ilgilidir.
Gerçeği görebilmek, bireyin kendi bilincinde olabilmesine bağlıdır. Böylece karşısında olan durumu aşıp “hayatı düzgün bir şekilde ve bir bütün olarak” görebilir. Öz-bilinciyle kendi içinde arayışlara girerek orada dinlemesini bilen her insan için az ya da çok bir şeyler anlatacak bilgi bulunabilir.
Eski Yunanlılar, Eflatun’un dediğine göre gerçeği, “hatıralarını tekrarlayarak” yani “hatırlayarak” bulacaklarına inanmışlardı. Hepimiz yaşamımız boyunca, özellikle de ilk yıllarda farkında olduğumuzdan çok daha fazla gözlemliyor, deniyor ve “öğreniyorduk”. Ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz ve toplumsal geleneklerle uyumlu bir yaşam sürmek ihtiyacımızdan dolayı da bunları bilinçaltı denilen o dolaba kilitlemek zorunda kalmıştık. “Doğruyu söyleyen çocuklar ve delilerdir” diye bir laf vardır ve ne yazık ki çocuklar kısa bir süre içinde doğru söylememeyi öğrenirler. Biz onu araştıracak kadar aydın, duyarlı, cesur ve uyanık olduğumuz sürece bu “unutulmuş” bilgi kaynağı da bize açık olacaktır.
Bu yüzden de insanların kendi benliklerini birer engel haline getirdikleri için gerçeği göremeyecekleri de yanlış bir kanıdır. “Bir camdan karanlık gözlerle bakıp” gördüğümüzü bozan benliğimiz değil, nevrotik ihtiyaçlar, baskılar ve çelişkilerdir. Bunlar, kendi önyargı ya da beklentilerimizden bazılarını diğer insanlara ve etrafımızdaki dünyaya “transfer” etmemize neden olurlar. İşte bu yüzden yanlışlara gerçek diye bakmamızın nedeni de kendimizin farkında olmayışımızdır. Bir insan kendi bilincinde olmaktan ne kadar uzaksa endişe, mantıksız öfke ve hoşnutsuzluk tuzaklarına düşmesi de o kadar olasıdır. Ve gerçeği hissetmek için gizli içgüdüsel yolları kullanmamızı öfke arada sırada engelliyorsa, endişe de bunu her zaman yapmaktadır.
Ayrıca, eğer bir insan gerçeği görmek konusunda benliği dışta bırakmaya çalışırsa, yani Olympos dağından aşağı bakıp her şeyi gözlemleyen ruhani bir yargıç gibi sonuçlara varıyorsa, yine bir aldatmacanın içinde demektir. Gerçeğin mutlak olduğunu ve kendi bireysel ilgilerinden bağımsız, sadece doğruya en fazla yaklaşma eğiliminden kaynaklandığını farz ettiği için tehlikeli bir dogmacı haline gelebilir. Aslında gerçeği görmekten kaçmanın en çok rastlanan yollarından biri (genellikle entelektüeller tarafından psikoterapide kullanılan “karşı koyma” şekli) sorunu iyice soyut veya genel bir hale getirmektir ve yeterince kurnaz bir soyutlama olursa birey, harika görünen çözümler de yaratabilir. Ama gelin görün ki bütün o parlak soyutlanmış fikirler gerçekte sorunu çözmekten çok ondan kaçmanın bir yolunu yaratmıştır.
Gerçeği görmek, ayrı bir zekanın değil insanın bütününün bir fonksiyonudur: birey düşünme-hissetme-davranma birliği içinde ilerlerken yaşadığı deneyimler gerçektir. Gerçeğe olan bu yaklaşımda “zekayı daha az değil” insanı daha çok seviyoruz. Berdyaev otobiyografisinde, “Hayatım boyunca bir öğrenci oldum” der “ama evrensel olan gerçeği kendi içimde, özgürlüğümü kullanarak yaparım ve gerçek hakkındaki bilgim de benim gerçekle olan ilişkimdir.”
Gerçeği görebilmek, duygusal ve ahlaki olgunlukla başa baş gider. Birey gerçeği bu şekilde görebildiği zaman konuşması da güven dolu bir hale gelir. Kendi inançlarına olan güveni soyut prensiplerden ya da başkalarının ona söylemesinden dolayı değil, kendi başına yaşadığı deneyimlerden ötürü güçlenir. Aynı zamanda da tevazu elde eder, çünkü daha önceki şeylerin bazı yanlarının bozuk olduğunu görmüş ve şu anda gördüklerinin de mükemmel olmayan yanlarının olacağını anlamıştır. Bu tür bir tevazu bireyin kendi inançlarını savunmasını zayıflatmaz; bunun aksine öğrenilecek yeni konular ve gelecekte keşfedilecek gerçekler için kapıyı açık tutar.