İnsanın her geçen gün dünyayı tükettiğinin ve bunun sonucunda iklimlerin değiştiğinin farkındayız herhalde. Sözde vicdanlı ve ahlaklı bir canlı olarak insanın, yani bizim, gezegenin tarihinde görülmemiş bir biyolojik soykırıma neden olduğumuzun da artık farkındayız herhalde.
Gitgide yayılıp doğayı ve tarım alanlarını yuttuğumuzun ve bu hızla devam edersek aç ve susuz kalacağımızın da farkındayız herhalde. Eğer bunun farkında değilseniz, gözleriniz kör, kulaklarınız sağır veya aklınız kıttır. Oysa ne gözleriniz kör, ne sağırsınız, ne de aklınız kıt, ama farkında değilsiniz. O zaman inanmak istemiyorsunuz, çünkü korkuyorsunuz!
Korkulmayacak gibi değil! Ekonominin bütün dişlileri doğaya geçmiş. Döndükçe parçalıyor, yutuyor, yok ediyor. Dişlileri durdurmaya kalkarsak işsizler ordusu sokaklara dökülecek, yaşamımızı alışageldiğimiz şekilde sürdürmemiz mümkün olmayacak. Üstelik o dişlilerin dönmediği dünyayı pek azımız hayal edebilir. Bilinmezliğin korkusu atalet getirir.
Hiç düşündünüz mü, karanlığa dalarken niye gözlerimizi kısarız?
Belki vicdanlı bireyler olarak bazılarımız, basitçe yaşamaya devam edebilme gücünü kendisinde bulabilmek için, doğaya yaptığı bu zulmü bilincinin bir köşesine itip, kayığının biraz sonra şelaleden aşağı yuvarlanacağını ve kayıktaki bütün yoldaşların boğulup öleceğini bilmesine rağmen, şelaleye doğru gittiğini bile bile kendini kandırıyor. Ama işte hepimiz bu gerçeği bilincimizin bir köşesine itmiş günlük hayatlarımızı yaşarken, yaşam elden gidiyor.
Bu farkındalık, suçluluk ve vicdani sorumluluk içeriyor. Bu farkındalık, yaşam gücünü, insana olan güveni, gezegenle barışık bir yaşamın mümkün olabileceğine dair inancı her geçen gün törpülüyor.
O zaman bu zehirli farkındalığa rağmen yola devam etmek, doğayla dost bir gelecek için çalışmak mümkün mü? Mümkün. Zor mu? Zor. Ama mümkün. Öncelikle bilinmezliğin korkusunu üstümüzden atabilmek için geleceği kurgulamaya başlamak gerek.
Doğayla dost yaşamak için en gerekli olanlardan birisi mekan bilgisi… Aslan yatağından belli olur, derler. Yaşadığımız yerin gözle görülür veya geiger sayacıyla (radyasyon ölçen cihaz) ölçülür şekilde kirlenmemiş olması gerekiyor. Yaşadığımız yerde bizimle beraber yaşayan bütün canlıların sayıları salınım içinde, ama yok olmadan, varlıklarını sürdürüyor olmalı. Yaşadığımız yerde toprak ve bitki örtüsü aşınmıyor olması; toprağın ve suyun verimliliği sürdürmesi gerekiyor. Yani doğadan aldıklarımızın doğanın kendini yenileme imkanını aşmaması gerekiyor. Bütün bunları yerinde, hayatımızın içinde ve atalarımızdan kalan bilgiler ışığında görüyor, biliyor ve izliyor olmamız gerekiyor. Bütün bunları yapabiliyorsak eğer, doğayla dost bir yaşamdan söz edebiliriz.
Peki yaşadığımız bu yer, yani mekan neresidir?
Mekansal anlamda iki tür insan topluluğu vardır: göçer ve yerleşik halklar. Yerleşik olanlar için mekan genellikle barınılan yerden bütün yönlere doğru bir günlük yürüyüş mesafesi içinde, aynı iklim kuşağında ve su toplama havzasında bulunan yerlerdir. Bunun ötesini – geniş otlaklar haricinde – vahşi doğa olarak tanımlayabiliriz. Göçerler içinse mekan genelde bir yıl içinde hayvanların dolaştığı otlak alanları kapsar. Mekan bilgisi ise bu yaşam alanlarında yıldan yıla izlediklerimizden oluşur.
Ancak doğayla dost bir yaşamı kurmak için sadece bilgi yeterli değildir. Bilginin var olduğu yerde aynı zamanda karnın doyması, kafanın üstünde bir örtü/çatı, sıcak bir ocak, duygusal ve sosyal mutluluk gibi pek çok ihtiyacın karşılanması şarttır. Dolayısıyla bu ihtiyaçların nasıl karşılandığı da doğayla dost bir yaşam kurulması açısından kilit noktasını oluşturuyor. Günümüzde yaşadığımız felaketin yapısal nedeni de bilgi, ihtiyaçlar ve mekan arasındaki ilişkinin ortadan kaldırılmasıyla ortaya çıkan durumdur.
Doğayla dost bir toplum kurmanın anahtarı yerel bilgiyle şekillendirilen yaşam biçimlerinin ortaya çıkardığı ihtiyaçların yerelde karşılanmasıdır. Doğadan aldıklarımız en aza indirilirken bir kez insanın üretim döngüsüne girenler mümkün olduğu kadar sürekli insanın yarattığı ekonomik sistem içinde dönmeli veya doğaya yararlı bir şekilde geri bırakılmalı. Basitçe doğadan elde ettiğimiz ürünler doğaya döndüğünde tekrar doğa tarafından kullanılır ve emilir olmalı, hatta ekosistemi zenginleştirmeli. Yerelden ihtiyaçlarımız için aldıklarımız asla doğanın kendini yenileme kapasitesini aşmamalıdır. Doğa bizim için esneyip geri döner, ama kırılırsa geri dönmez. Olay esnasında girdi ve çıktı dengesini gözetmektir.