İnsanların çoğu, pek öyle yadırgama uyandırmayan bir yaşayış içinde yuvarlanıp gider. Ne kendileri, ne de başkaları için şaşılacak bir şey var bunda. Büyük bir olasılıkla bizler de bu çokların üyesiyiz; insan dünyasında olup bitenler, ana çizgileriyle hepimizin bildiği şeylerdir hep. Tarihsel ağlar, siyasal ortamlar, toplumsal durumlar, bireysel özellikler ne denli değişik kılıklara bürünürse bürünsün, belirli yörüngelere çakılmış gibiyiz: Yer içer, uyur kalkar, dolaşır koklaşır, hastalanır iyileşir, ölüler götürür gelir, ölümüz götürülür gelemeyiz; sonra gene yenir içilir, uyunur kalkılır… Sıcak-soğuk, yakın-uzak, kuzey-güney, -hiçbiri bildik yapıya ne yeni bir şey katar, ne de eski bir şeyi bozar. Öylesine alışırız ki bu gidişe, şaşırmaya hiç mi hiç yer yokmuş gibi gelir yaşamda. Yıkım, sarsıntı, savaş, hepsi de yazgımızın vazgeçilmez bir parçasıymış gibi gelir bize. Zaman zaman keşke-olmasaydı’larla sesimizi yükseltsek bile ister istemez katlanırız her şeye. Ne de olsa hiçbir şey yabancımız değildir.
Sonra birden uçup gidiverir davranışlardaki düzen. Kolay işleyişler zorlaşır. Süregidişlerdeki hafiflik hantallığa dönüşüverir. Nerden geldiğine akıl erdiremediğimiz bir yalpalanma kaplar ortalığı. Hiç hesapta yokken bocalar durur insan. Nasıl olmuşsa olmuş, davranışlar bir şeye takılmıştır. Ne denli döndürmeye çalışırsanız çalışın, tüm yaşama tekerleği bir takoza çarpar da çarpar; kimse yerinden kıpırdatamaz. Bakışlar kesik kesik, ilişkiler kopuk kopuk, bilinç puslu puslu.
Daha doğrusu, – hoş, doğru da yanlış da yitip gitmiştir artık – her şey birdenbire başka bir yöne seğirtir. Bir alışkanlıklar ülkesi olmaktan çıkar yaşam. Bilmediğimiz, istemediğimiz, düşte akılda olmayan bir yöne koşturmaya başlar. N’etsen önüne geçemezsin. Kısa bir süre sonra da, sen sen olmaktan çıkarsın. Çekilir sürüklenirsin. Ayılır gibi olduğun anlarda bile, neyin ne olduğunu anlayamazsın. Fırtına, burgaç, deprem – hiçbir benzetmenin gücü yetmez anlatmaya durumu. Aslında “durum” türünden bir şeyin sözünü etmek de saçma. Tüm varlığı yutan bir dalga, ölçümlere meydan okuyan bir kayma, kafaya iner inmez her şeyi karartan bir balyozdur bu. Tuhaf, adsız, ters bir süreç, bir süreçse kuşkusuz. Son hızla bir götürülme. Ne tutunacak kıyılık, ne basılacak sağlamlık…
Bunalım. Ondan başka bir şey yoktur artık. Bunalıma bürünür her şey. Yaşam diye, insan yaşamı diye bir şeylerden söz edilse bile, bunalımlı bir yaşamdır bu artık.
Ne var ki, ilk bakışla yetinmeyip içyapıyı görmeye girişince, son derece önemli bir yaşam özelliği olanca dalbudağıyla belirir karşımızda: “Bunalım” başlığı altında topladığımız evrenden başka bir şey değildir bu özellik de. Kimilerimiz şaşsa da, bu özelliğin ilk bakışa kapalı kalmasında şaşılacak bir yön yok aslında. Nasıl çok kez en yakınımızdaki nesneleri görmüyorsak, nasıl yakınımızdaki pek çok şeyi bilince çıkarmadan atlayıp geçiyorsak, tüm yaşamamıza kökten yapışık bunalımın da farkına varamayız çoğun. Kuşkusuz bunda olup biteni algılamada yanlış yorumlamaların; önemlideki önemi kavramada yanılmanın; ezberlenmiş düşünme alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlanmanın baskın bir payı var. Gerçeği en çok karartan şeyse, pek çok alanda olduğu gibi, bunalım konusunda da zora sırt çevirmekten, istenmeyeni yokumsamaktan; genellikle tatsız diye bellenmiş yaşama kesitlerinden, sanki olabilirmiş gibi, kaçıp kurtulma eğiliminden ileri geliyor.
Gerçek şu: kimse habersiz değil bunalımdan. Bunalımsız yaşam yok. Bunalımla birlikteyiz hep. Gerçi kimi az kimi çok, gene de hep bizimle o. Bunun en güzel kanıtı, insan dünyasının bunalımdan yana alabildiğine çeşitli bir görünüme bürünmüş olmasında. Dikkatleri bu çeşitliliğe şöyle bir yöneltmek bile, ister bireysel ister toplumsal düzeyde olsun, insan yaşamının ne denli bunalımla iç içe örüldüğünü apaçık gözler önüne serer.