Bugünün Batı Psikoloji bilimi C.G.Jung’un deyimiyle “ruhsuz bir ruhbilimdir”. Bilimsel maddeciliğin etkisiyle gözle görülür, elle tutulur olmayan her şey kararsızlık yaratmakta ve laboratuarda kanıtlanamayanlar yok farzedilmektedir. “Bilimsel” diye kabul edilebilir tek şey, belirgin madde ya da duyularca algılanabilir niteliktekilerdir. Beyin, hormonlar, içgüdüler, kalp atışları manevi değerlerin üzerine geçmiştir. İçgözlem yöntem olarak reddedilmiş, yerine anketlere verilen belirsiz “evet, hayır, belki” kelimeleri ve süjelerin bazı sözcüklere çağrışım sonucu verilen cevapları geçmiştir. Bu cevaplar doğaldır ki içgözlemlerden gelmektedir. Fakat geliştirilmiş bir yöntemle elde edilmediklerinden veya hastalardan geldiklerinden yetersiz kalmaktadır. Ayrıca bunların değerlendirmesi herkesçe değişik yapıldığından bir değil, ne kadar felsefe varsa o kadar da ruhbilim ortaya çıkmaktadır.
Batı bilimi maddeyi temel alarak enerji ve zihnin ondan doğduğunu kabul edip araştırmasını sürdürmektedir. Tüm bilginin dış organlarımız yoluyla elde edilen izlenimlerin çözümlenmesiyle kazanılacağı sanılmaktadır.
Halbuki Doğu bilgeleri, insanın zihninden başlamış ve ilk önce onu incelemiştir. Onların gözlerinde deneyin kendisi değil, deneyi yapanın neyi gördüğü ve nasıl değerlendirdiği daha önemli bir problemdir. Çünkü duyu organları yetersizdir; zihin yanılgılara açıktır; her olay zihnin bu yanılgılar içinde yarattığı bir imgedir. Bu yanılgıdan kurtulmak deney yapmaktan da deneyin gerçek sonuçlara ulaşması yönünden de önemlidir. Gerçeğin bulunabilmesi için her şeyi gerçek haliyle algılayabilmek, görebilmek ve gerçeği gerçek içinde anlayabilmek gerekir. Bunun için insanın kendisini, özvarlığını, “BEN”ini iyi tanıması, dış dünyadan alınan izlenimleri dahi ortadan kaldıran konsantrasyon, meditasyon yöntemleri ile içgözlem yapılması gereklidir. Bu yolla zaten içimizde mevcut bulunan ve Budistlerin “En Mükemmel Yüksek Bilgi” dedikleri ve ulaşma yollarını bütün açıklığı ile anlattıkları bilgiye varmak mümkündür.
Buda, bu bilgiye ilk ulaşan kişidir. Batı bilimi ise bu bilginin kırıntılarından bazı şeyleri doğru-yanlış söyleyen eski Yunanlıların düşüncelerini temel edinerek işe başlamış, birçok karanlık dönemler geçirmiştir. Halbuki “Batıdan gelmeyen her şey irrasyoneldir” şeklindeki düşünce terk edilseydi, insanlık şimdi daha daha ileri düzeylere ulaşmış olurdu.
Son yüzyıl içerisinde Batı Psikoloji bilimi önemli gelişmeler kaydetmektedir. Önce “İçimizdeki BEN”in bilinçaltı olduğunu düşünmüştür. Ancak gerçeğin daha derinlerde bulunduğunu sezmiş, “bilinç ve bilinçaltı işlevlerini” daha değişik gözle incelemeye başlamıştır. Bilinç dışında Oedipus veya Elektra kompleksinden başka şeylerin de bulunduğunun farkına varmıştır. Ancak bunlar yazarların yetenekleriyle sınırlı kalmıştır. Her ne kadar Doğu düşüncesiyle ilgili eserlerin yayımının artması, seyahat imkanlarının kolaylaşması ilgiyi ve yakınlaşmayı geliştirmekteyse de henüz hiçbir Batılı yazar, psikolog mistiklerin düşüncesine tam olarak girememiştir. Nitekim Neo-psikanalistlerden Erich Fromm, “Psikanaliz ve Zen Budizm” adlı eserinde şunları açıklamaktadır: “Kuşkusuz bütün bilinçdışının tümüyle bilince çıkarılması amacı, genel psikanaliz amacının çok daha ilerisinde olan bir amaç. Bunun böyle olmasının nedenini anlamak güç değil. Böylesine genişliği olan bir amaca ulaşmak, Batı’da insanların üstlenmeye istekli olabileceklerinden çok daha büyük çabayı gerektiriyor.” Ayrıca itiraf etmektedir: “Bu kitapta Zen Budizmin düşünce yapısının sistemli bir sunuşu söz konusu değildir. Zaten böyle bir işi üstlenmek benim bilgilerimi de yaşantılarımı da aşar.”
Batı Psikoloji bilimi, ruhsal hastalık belirtilerinin zorladığı sınırlamalardan kendini kurtarması ve insanın yücelmesine, mutluluğa erişmesine yönelmelidir. Henüz Batı bilimi, Batı kültürünün geçirmekte olduğu bunalıma çare bulmak yerine insanın otomatikleşmesi, bıkkınlık, huzursuzluk, hayatın donuklaşması, kendi çevresinden ve doğadan yabancılaşması ve üretimin bir parçası haline gelmesini sağlamaktadır. Mutsuzluk ve huzursuzluk nedenleri çoğalmaktadır.
Bu noktada Doğu felsefesinin öğretileri Batı insanına ilginç gelmeye başlamıştır. İlginin artmasının nedeni, Doğu’nun insanı daha yüce bir varlık olarak tanımasından, onun yücelmesi ve mutluluğunun yasalarını en derin biçimde incelemesindendir.
Psikologlar dışında ruhun tanınması yönünde yapılan çalışmalar gelişmektedir. Parapsikoloji ve Spiritüalizm insan zihninin gücünü ortaya koymaktadır. Nobel armağanı kazanmış bilim adamlarının bile Doğu düşüncesine uygun zihin ve ruh kavramlarına ulaşmaya başladıklarını bildiren haberler gelmektedir. Örnek olarak 1963 Fizyoloji-Tıp dalı Nobel Ödülü sahibi Eccles’in, Raja Yoga’nın belirttiği gibi bir zihne ve ruha inandığı anlaşılmaktadır: “Her birimizde ana rahmindeyken ya da doğduktan hemen sonra fiziksel beynimize girmiş maddesel olmayan ve algılayan bir benlik vardır. Bu zihin bizi insan kılan şeydir. İnsan olma niteliklerimizin hepsi onun eseridir. Maddesel olmayan benliğimiz, aracısı olan beyni yönetir” diyor. Ayrıca çoğunluk bilim adamları için en büyük saçmalık olan bir şeyi de büyük bir cesaretle savunuyor: Bu maddesel olmayan benlik, fiziksel beynin ölmesinden sonra da yaşamını sürdürmektedir.
Ateşte yürüyenleri inceleyen Anrtropolog Steven Kane, ateşte yürümenin Psikolojik nedenlerle açıklanabileceğini söylemektedir. Sonra bu görüşlerini daha geliştirmiştir: “Ateşte yürümek ve ateşte oynamak gibi olaylar, ruhun maddeye üstünlüğünün klasik örnekleridir”. Raja Yoga, bunu “BEN” zihin, enerji ve maddeye egemendir, diye ifade etmektedir.