Afrodit’in Sesi

0
1890

Ressam: Alessandro Botticelli ‘Birth of Venus’ (1485)

İnsanlar arasındaki ayrılık, gelinle senin arana giren duvaktır. İnsan birliğini ayıran ince, bir başkalık duvağı, duvağın ardında sezilen yüzün bir güzelliği, bir gülümsemesi vardır. Ben işte, o hayal meyal gördüğün güzelliğin ta kendisiyim! Gelinler sanıldıkları gibi olmasalar bile, gelinde hayal ettiğin, aradığın güzellik ve gerçek benim! Sen beni Bizans’ın Losus Sarayı’nda yandı kül oldu, bitti sanma. Kadın erkek, çoluk çocuk milyonlarca insanda yaşayan, yürüyen, bakan, seven ve sevilen yine benim. Gözleri ışıktan kamaşan kara baykuşlar gibi, öteye beriye çöken felaketler, ancak burada masmavi bir gedik, bir aralık bıraktıkları için ben buraya her gece ay ve yıldız ışığıyla gelir, eski yerimde gezerim.

Ben doğulu bir Tanrıçayım. Asurlular bana ‘İştar’ dediler. Fenikeliler bana ‘Astoret! Astoret!’ diye yalvarırlardı. Suriye’de adım Atargatis’ti. Babilliler bana ‘Belit’ (Melitta!) diye taparlardı. İnsan olalı ve daha önceleri hep vardım. Ben Astarte’yim. En derin hücrenizde, her atomda kaynayan hayat kaynağıyım. Heptim, hepim ve hep olacağım. Bunun için ölümsüzüm. Benim geçmediğim yer yoktur. Tapınak olsun, duvar olsun; insan, hayvan, zindan, kule, saray, ordu; kısacası bana yol vermeyen her şeyi mutlaka ölüm çiğner ve bana yol açar.

Seni ben doğurdum. Elverir ki seni doğurayım, yeryüzüne yeni bir kafa getireyim; doğururken ölmeye razıyım. Hem de güle güle. Praksiteles bana kanat takmadı. Çünkü ben, düş dünyasından melek ya da gılman değil; ama bu dünyanın taşından, toprağından, maddesinden yapılma bir kadınım. Ve yeryüzüne, acı beyin doğuran bir anayım. Gökteki düşsel melekler gerçek olsalar bile, onlar hiç yeni bir şey doğuramazlar. Gözlerim doğum işkencesiyle çukurlaşırken kemiklerim açılır, etlerim parça parça olur. Eğer cennet varsa ve o cennette de kanatlı melekler varsa, onlar kanatlarından utansınlar. İşte sana ilk önce ana biçiminde göründüm. Bu dünyaya gözlerini açtığın zaman ilk önce ben sana gülümsedim. İşte ben bu güzelliğimle seni bağrımda, kendimle, kanımla besledim. Sonra da sana koynumun sütünü emzirdim. Üzerine sevgiyle titreyen, sana sütünü veren, üzerine eğilip sana gülümseyen ölümsüz güzellik benim.

İnsanlar önce beni bir ay tanrıçası diye tanırlardı. Onun için burada sana eski ışığımla parlıyorum. Tarih başlamadan bile beni doğu; otlar, ağaçlara can verici, hayat ve hareket bağışlayıcı diye severdi. Ama o zaman bile denizle, enginlerle birliğim vardı. Deniz dünyanın en büyük yaratıcısıdır. Doğurgandır. Engin bağrında sever, sevdirir, çoğaltır ve var eder. Onun için aynı zamanda bir engin tanrıçasıydım. Doğuda çok öncelerden beri hayat hep su gibi akıcı, yürüyücü, ileri atılıcı bir şey olarak sezilirdi. Mademki ışıktım, aydım, denizdim; elbette tanyerinin ufuktan ağarması gibi Helenler beni ‘Afrodit’ diye enginin köpüklerinden yarattılar. Helenler, kendi yıldızım olan Venüs’ün şafak ağarırken Ege Denizinin doğusundan doğduğunu görmemişler miydi?

Onun için beni doğudan, ufkun köpüklerinden yarattılar. İlk önce bana, yeşil derinliklerin Tanrısı olan Poseydon taptı.

Doğudan geldiğim için bana ilk önce Kitera’da tapınaklar kurdular. Sonra Fenikeliler, Ege’de uçuşan yelkenleriyle beni Girit’e getirdiler. Yunanistan’a vardığım zaman hayatı hayat eden ne varsa, o bendim. Onun için sevgi ve güzellik Tanrıçasıydım.

Bir gün geldi, bütün güzelliğimle Praksiteles’in beyninde parlayan hayal oldum. Işıklı bir duman gibi döne döne buraya geldim durdum. Bembeyaz bir heykel olarak buraya dikildim. Yaradılışın birbirlerine karşı çekici yarattığı varlıklar gelip önümde birleşirlerdi. Bu iki ayrı cisim, benim ruhumda birbirlerine kavuşurlardı.

Bana apak güvercinler getirirlerdi. Yaşamanın çılgın isteği, yaşamayı özlemenin derin şarkısı, mavi göklerde yüz binlerce güvercinimin uğultusuna karışırdı. Bu yerler şimdi bir yıkımdır. Ama sen o türkünün denizde sayısız renkle çakan ve fısıltıyla söylenen uyumunu burada duyuyorsun a…

Bir an geldi ki; sevdiğin kadının gözlerinde parladım. Dudaklarından sana gülümsedim. Elbette bakışımı, gülüşümü görünce beni aya, yıldıza, denizlere benzettin. Çünkü bakışım ve gülüşüm, sana bakan yıldızlardı. Sana gülen, bakan varlıktı. Eğer o an bir avuç toz olsaydım, beni göklere savurur, Samanyolları yaratırdın. Çünkü ben senin gözünde bütün insanlığı temsil ediyordum. Bütün insanlığı bir gövdede sana veriyordum. Bana doğru uzattığın kollarına bütün güzellikleri, evreni seriyordum. Yüce dağların kuvvetini bağışlıyordum. Gönlünün bana doğru atılışına bütün okyanusların sonsuz genişliğini veriyordum. Bir an için sana cennet kapılarını açtım. Göklerin milyarlarca yıldızını kulaklarında çınlattım. Aylar, güneşler, beyninde fırıl fırıl dönerken sana göksel müzikler dinlettim. Esginler seni sonsuz yüksekliklere çıkardı. Çünkü bir an içinde, sana sonsuzluklar yaşattım. Gövdemle ölüme set çektim. İşte bu nedenle, Afrodit’im…

Yaşam öyledir ki; birlikte yaratılan, yaşayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirlerini sevmekten başka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdi.

Sevgi ve sevincim öyledir ki, cefa ve üzüncü omuzlara bölerek onu hiç ederim; sevgimi yüreklere bölüştürmekle onu ‘hep’ ederim. Ben Astarte’yim. İnsanın işkenceyi hiç etmekteki inancı ve umuduyum. Ben o umudum ki; yıkıntı içindeki dünyayı çalışmayla cennete çevirtmeye gücüm yeter. Madem ki varım; hayat değil miyim, umut değil miyim ve öteyi gösteren değil miyim? İnsan, güçlüklerini benimle çözümler ve onları ortadan kaldırır. Sultanlar ve köleler, tanyeri ağarırken geceden artakalan gölgeler gibi önümden kaçarlar. Ben Afrodit’im. Enginin en yüksek dalgasının üstündeki köpüğüm. Maddenin özü, sütün kaymağı ve yaradılışın son ürünüyüm. Çünkü bilince varmış maddeyim. Dalgadan dalgaya yürüyerek köpürür ve bütün güzelliğimle sonsuza dek çırılçıplak parlarım. Bütün toplumları saran ölüm çemberlerini çözen ve daha engin, daha öte, daha güzel dünyalara insanı doğurur ve vardırırım.

Bazen bana ‘Havva’ dediler. Bazen de ‘Meryem’ dediler. En eski Mısır’da bile insanoğlu Horus ve doğuran İsis değil miydim? Bin bir adla anıldım. Kitera dediler, beni ‘Kıbrıs’ diye çağırdılar. Her zaman genç ve güzel olan ve her zaman yeni yeni doğan Brahma, yine bendim. Öldürücü Azrail’e karşılık, hep müjdeler getiren Cebrail ben değildim de kimdi?

Ama Uzakdoğu’da beni tulum göbekli ve ağzımdan ateş püskürür yapıyorlardı. Ben asıl Knidos’ta, insanlığın ve kadının dosdoğru ve tertemiz içgüdüsü olduğumu gösterdim ve bu içgüdü bütün insanların bekası sırasında öylesine güzel bir dengede duruyordu ki… Bir ticaret malıymışım gibi, alım satım piyasasında bana da paraca değer biçtiler. Durduğum yerden devrilmeseydim, varlığın en güzel ve en temiz şeyi olarak kalırdım.

Baloda ve salonda henüz çocukluktan çıkmış dekolteli kıza, seksenlik milyonerin elleri, kolları, sinek kapmaya hazırlanan örümceğin yaşlı bacakları gibi titremeseydi, sulanan ağzından, sarkan altdudağının yoluyla, salyası frakının beyaz plastronuna, öküz salyası gibi sünüp de akmasaydı, kendimden ve gövdemden utanacak neyim vardı?

Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutlaka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşk pandomimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, açlık haçına çakılmış olan kendi öz kardeşleriyle meşketmek zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünümleri büyük kentlerin eğlence yerlerinde gören gençliğin başından, hangi eğitim, hangi öğretim o yakıcı izlenimi silebilir?

Şimdi çöplükte öğrenilen gizi, ben insanlara güzellikle, ışıkla ve sevgiyle anlattım. İnsanlara güzellik ve temizlik duygusunu verdim. Bu sıralarda bana bir de ‘seksapel’ niteliği taktılar. Yaratılış boşluğu sevmez. İnsanlar yalnız parayla uğraşan boş kafaları elbette seksapel ile doldurdular. Bu yolda propaganda ile epeyce para da topladılar. İnsanların burnunun biçimini, dudağının rengini, kirpiklerinin durumunu; üst baş ve yüz gözlerin nasıl olması gerektiğini, şimdi ancak gözü kaparozda (yolsuz gelirde) olan ticaret kurumları saptıyorlar. Oysa benim güzelliğimi, gözü hiç de parada değil ama güzellikte olan bir sanatçı yarattı. ‘Güzel insan böyle olacaktır. Madem ben böylesine güzel bir insanı düşünebildim; bu güzel insana ulaşıldı…’ dedi. Ben, güzelliğin Afroditiyim… Parayla satılan seksapelin Afroditi değil…

Ben, hangi şeyin üzerinde parlarsam onu güzel kılan Astarte’yim. Gençliğin şafağında, titreyen dudaklarla insan öpüşler sayıklarken, ona düşlerinde gülümseyen benim. Peri adalarında, fısıltılı kıyılarda, büyülü dağ ve yamaçlarda ona gülümseyen Melitta benim. Denizde, ırmak kıyılarında ona seslenen İsis benim. Açık dudaklarından kokular soluyan çiçeklerde, yağmurlarda, renkte, türküde, insanı çağıran benim. Varolanı parça parça edip geçmişin üzerine yıkan fırtınanın sesinde çığlık salan Astarte benim. Hatta dünyada varolmak zorunluğunu bile, yolunda can verilir, sevinçli bir çile durumuna getiren, insana kendisini sevdiren yine benim. Her yabancının yüzüne bir kardeş tatlılığı veren benim. İnsan her yüzde, her bakışta beni arar. Çünkü herkesin başkalığı, ancak yüzüme geçen bir maskedir. Ben Astarte’yim. Her gözden ben bakarım. Bütün beyinlerde bilincim. Bütün bilinçlerde bir umudum. Çünkü ben hayatım…”

KaynakHalikarnas Balıkçısı,'Ege'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek'
kumdakiayakizleri
Bilgeliği doğrudan yaşamak, onun hakkında bir şeyler bilmekten daha önemlidir.

Bu yazılar da ilginizi çekebilir


YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz