“Elini vicdanına koy”, “Vicdanının sesini dinle”, “Vicdan azabı çekmek” gibi deyişler, yaşamın ahlaksal alanıyla ilgili olarak günlük konuşmalarda sık sık geçer.
Nedir vicdan? İnsanda doğuştan mı vardır, yoksa sonradan mı kazanılır? Bu soruları doğru yanıtlamak, toplumsallaşma sürecinin iyi bilinmesi ve değerlendirilmesiyle olasıdır. Yoksa insanları doğuştan “iyiler” ve “kötüler” diye ayıran bir yanılgıya düşülebilir.
Bebek doğduğunda ahlaksal bakımdan yansızdır (nötrdür). O henüz biyo-psikolojik bir varlıktır. Varlığının bütünlenmesi toplumsallaşma sürecinde gerçekleşecek, birey olacaktır. Her gün yeni yaşantılar kazanacak, değerler edinecek, davranış biçimleri öğrenecektir. İnsanları anlayacak, sevecek, sayacaktır.
Toplumsallaşma, çocuğun kendisiyle çevresi arasındaki sınırı anlaması ve kendi benliğini çevreden ayırabilmesiyle başlar. Buna, çocuğun kendi benliğini denetleyerek diğer insanların varlığını, hak ve isteklerini kabullenmeyi öğrenmesi sürecidir de diyebiliriz.
Başlangıçta bu denetleme çocuğa büyük ölçüde engellemeler, yasaklar yoluyla kazandırılmaya çalışılır. Ama asıl yapılmak istenen ya da yapılması gereken, onu inandırmak, ona neleri neden yapmaması gerektiğini anlatmaktır.
Başka çocuğun oyuncağını elinden almak isteyen küçüğe, “Hayır, onun oyuncağını alma, bak kardeş ağlıyor, yazık ona…” gibi sözlerle onda sevgi, acıma duyguları uyandırmaya, öteki çocuğu anlamasını sağlamaya çalışırız. Kendi oyuncaklarını başka çocuklarla paylaşmasını öğreterek çocuğu ilerde “bir arada yaşama” kavramına alıştırmaya uğraşırız.
Bu örnekte açıklamaya çalıştığımız gerçek şudur: İnsan toplumsal bir varlık olarak öteki insanlarla bütünleşerek varlanır, varlığını gerçekleştirir. Diğer insanlara gereksinimi vardır. Onlarla uyum içinde olmak, onlar tarafından kabul edilmek, sevilmek, sayılmak ister. Onları anlamaya çalışır, sever, sayar. Önce ana babasını, kardeşlerini, yakınlarını, daha sonra arkadaşlarını, doğal koşullarda gittikçe gelişen bir sevme, anlama gücüyle halkını ve tüm insanlığı sever. Bu sevgi, saygı davranışlarına yansır, onu bencillikten elcilliğe, özveriye yöneltir, giderek ulusu, vatanı, insanlık için özgeçide bulunmaya bile götürebilir.
İşte toplumsallaşma sürecinde, insan doğasına da uygun olarak çocukta gelişen insan sevgi ve saygısı, onda toplumsal bilincin, yani vicdanın da temelini oluşturur. Çocuk ahlaksal değerleri bu sevgi ve saygı nedeniyle benimser, varlığına sindirir. Öyle ki, ahlaksal davranışlarını, toplumsal, hukuksal, tanrısal yaptırımlardan korkarak, çekinerek değil, doğruluğuna inanarak, benimseyerek yapar.
İnsanda sevgi ve saygıya dayanmayan hiçbir eğitim sistemi, hiçbir ahlaksal yargı, hatta dinsel emirler bile sürekli olamaz. Gerçekten de sevgi, güven içinde yetişmemiş, kişilik bozuklukları gösteren insanların bencil, başkalarına zarar verici davranışlarda bulunmalarını, ne ceza yasaları, ne cehennem korkusu, ne de toplumdışı bırakılma, kınama korkusu engelleyebilmiştir.
Ortaçağda Katolik Kilisesinin tutuculuğu, cemaatine baskı uygulamaları, engizisyon işkenceleri dinde reform hareketiyle yıkılıp gitmiştir. İnsana sevgi ve saygıya dayanan tek tanrılı dinler, Konfiçyus, Budizm gibi ahlak dinleri büyük yaygınlık kazanmış, yüzyıllarca yaşamış, daha da yaşayabileceklerdir.
Hazreti Muhammed’e “En makbul ibadet nedir?” diye sormuşlar, “İyi insan olmak, iyi insan olmak, iyi insan olmak,” diye yanıtlamış. İyi insan olmanın ilk koşulu da insanları sevmek, anlamak, onlarla yardımlaşmak değil midir? Tasavvuf felsefesinde en büyük amaçlardan biri de evren ve insanlarla bütünleşmek, “ummanda bir zerre” olmaktır.
İnsanları sevip, anlamaya, yardımlaşmaya başladığımızda vicdanımızı da geliştirmeye başlamış sayılmaz mıyız?