Yaşadığımız her anın her kesirinde bir duvarın varlığını farkederiz, kaskatı bir ‘bu şeyin içinden geçemezsin’ dayatmasını inanarak onaylarız. Bir gün içerisinde kaç an boyunca duyularımız bu duvarları hisseder? Ya da kapıları ya da döşemeleri ya da tavanları ya da pencereleri. Kaç milisaniyeyi o limitleri- limitleri- limitleri ne yaptığımızı bile anlamadan kabullenerek geçiririz?
Bir günde kaç nano-an vardır? Trilyonlarca mı? Her gün sadece mimarlık alanında o kadar çok önerme biz hareket bile etmeden hayatımızı etkiliyor ki, buna tıp, kimya, havacılık, hidrodinamik, lazer fiziği ve insan aklından çıkmış her türlü disiplini eklediğinizi düşünün…
Bebekler her saniye bir şimşeğinkinden bile hızlı öğrenmelerine rağmen işte bu nedenle o kadar çaresizdir. Doğduğu anda taşıdığı ruh ikliminden, bizim uzay ve zaman algılamamıza uyum sağlayabilmek adına kritik sayıdan fazla önermelerle inşa edilmiş bir yapıyı kabul etme gereksinimi duyarlar.
Bebeklik ölümlülüğün ilk ve temel eğitimidir. Üstlerine yığılan, barajları yıkacak güçteki önermeler birikimi düşünülürse, o zavallı küçüklerin karşılarına çıkan ilk durgun suda yüzmeye, kendi düşüncelerini dile getirmeye başlamasının onca yıl almasına şaşmamak gerek. Ağızlarından çıkan ilk sözcüğün, ‘İmdat!’ olmaması aslında hayret verici. Ya da belki ilk çığlık o anlama geliyordur.
Oyunu oynamalıyız; ölümlü, sınırlı, etkilere açık, duyularımızın bize anlattığı saman tozu fırtınası dışında hiçbirşey göremeyecek kadar kör olduğumuz önermelerden oluşmuş okyanusa dalmalı, derinlere, daha da derinlere inmeliyiz: yalanları sarsılmaz inançlara döndürmeliyiz; soru sormamalıyız ve ölüm figürünü bir yana sıçrayarak geçiştirirken oraya en başından nasıl geldiğimizi ve o oyunu hangi sebepten ötürü eğlence olarak nitelendirilmiş olabileceğimizi anlamaya çalışmalıyız.
Gülme, küçük bebek. Ölümlüler oyunu büyüleyici bulur ve onlardan biri olduğun inancını kabullendiğinde sen de büyüleneceksin.
Kuralları takip etmezsen, oynamana izin verilmez.