Resim: Love’s Votaries – Sir Lawrence Alma Tadema
Güzel evler, yalnızca mutlu olmamızı sağlamakta yetersiz kaldıkları için değil, içlerinde yaşayanların kişiliklerini düzeltmeyi beceremedikleri için de suçlamalara hedef olabilir.
İnsanların beğendikleri evler ile benzer özellikler taşıdığını varsaymak akla yakın görünüyor: Elle yontulmuş yamru yumru taşlardan inşa edilmiş, iç duvarları kireçle sıvanmış eski bir çiftlik evinin cazibesine kapılan, çevreye hoş bir toz kokusu yayan kitaplarla dolu, yerden tavana kadar uzanan kocaman bir kütüphanenin hayalini kuran, mum ışığının elle boyanmış fayanslardaki yansımalarını hayranlıkla seyretmekten, yere uzanıp bir Türkmen kiliminin üzerindeki desenleri incelemekten mutluluk duyacak bir insanın sabırlı, tutarlı, şefkatli, hoş, zeki, dünyevi zevklere düşkün, güvenilir ve kuşkucu bir olduğunu düşünürüz. Bu tür bir insanın kendi hayatını, sevdiği, beğendiği nesnelerin temsil ettiği değerlerle donatmaya çalıştığını varsayarız.
Güzellikle iyilik arasında nasıl bir teorik ilişki olursa olsun, pratikte çiftlik evlerinin, şirin kulübelerin, malikanelerin, yalıların sayısız zorbaya, katile, sadiste, züppeye yurtluk ettiği, içinde yaşadıkları ortamın nitelikleri ile kendi hayatları arasında tüyler ürpertici bir uyumsuzluk olan pek çok insanı barındırdığı da yadsınamaz.
Ortaçağın dini konular işleyen resimleri bize kederin, günahın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyor, kibirden, dünyevi zevklerden uzak durmamızı salık veriyor, hayatın sürprizleri ve zorlukları karşısında asla tevazuyu elden bırakmamamız gerektiğine dikkat çekiyor olabilir, ama kahyalar konuklara çerez dağıtırken, kasaplar bir sonraki hamlelerini planlarken bu resimler asıldıkları salonun duvarında sessizce, çaresizce durmaktan başka bir şey yapamaz.
Mimari, ahlaki mesajlar verebilir, ama bu mesajların alınmaması halinde herhangi bir yaptırım uygulamaktan acizdir. Mimari kanun yapmaz, yalnızca öneriler sunar. Bizi kendi ruhuna öykünmeye davet eder, ama asla zorlamaz. Kendine kötülük edenlere karşı da duramaz.
Eğer mimarinin bize sunduğu önerileri gerektiği gibi değerlendiremiyorsak, biraz kibar olmalı, bundan ötürü mimariyi değil kendimizi suçlamalıyız.
Gerçekçi olmak gerekirse, mimarinin faydaları ve gerekliliği üzerine ortaya atacağımız iddialar, son derece mütevazı iddialar olabilir ancak. Mimariye kuşkuyla yaklaşılmasının temel nedeni de budur. Güzel binalara hayranlık duyabiliriz, onları sevebiliriz ama bilimsel bir buluş ortaya koymak, aşık olmak, servet kazanmak, devrim yapmak gibi ideallerle karşılaştırıldığında güzel binalar yapma ideali önemsiz kalır. Ayrıca, mimari sayesinde mutluluğu yakalamamız da mümkün değildir.
Daha incelikli şeylere, örneğin bir goblene, bir Korint sütununa, güzel yer karolarına ya da bir lambaya karşı görsel bir duyarlılık geliştirebilmemiz için önce hayatın sunduğu trajik renklere alışmalı gözlerimiz. Durup tuğladan örülmüş eksi bir duvarı ya da hole doğru yumuşak bir eğimle inen merdivenin tırabzanlarını hayranlıkla seyretmek genç aşıklara göre değildir. Bu denli sınırlı bir güzelliği görmezden gelme, önemsememe eğilimi, bir iyimserliğin, çok daha köklü bir mutluluk yakalama olasılığı bulunduğuna ilişkin inancın doğal sonucudur.
Ruhumuzda asla silinmeyecek bir yara izi taşıyorsak, örneğin yanlış insanla evlenmişsek, orta yaşa gelip de yanlış meslek seçtiğimizi fark etmişsek ya da çok sevdiğimiz birini kaybetmişsek, ancak o zaman mimarinin bizi fark edilebilir biçimde etkilemesi mümkündür. Bir binadan ‘etkilendiğimizi‘ söylerken, aslında o binanın taşıdığı soylu nitelikler ile çok daha büyük, çok daha üzücü olan gerçeklik arasındaki zıtlıktan kaynaklanan yarı acı yarı tatlı duyguyu anlatmaya çalışırız. Güzel bir nesne karşısında boğazımız düğümlenir, çünkü o güzel nesne bize mutluluğun elde edilmesi ne denli zor, istinai bir şey olduğunu hatırlatır.
Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Belki biraz garip, ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur. Binaların güzelliğinden etkilenebilmek için her şeyden önce biraz acı çekmiş olmamız gerekir.